
Yavuz Alogan
Demokrasiyi taklit eden bir rejimden kusursuz diktatörlüğe geçmek için dış ve iç koşulların uygun olması gerekir. Dış dayanak, ki bu genellikle ABD oluyor, istediklerini alabildiği sürece diktatörlüğe giden yolu görmezden gelecektir. İç koşullar ise ulusal çapta bir iç cephenin tanzimini, eğer bu olmuyorsa iktidardaki gücün kendi iç cephesini kurarak muhalifleri ezmesini gerektirir.
Sadece ABD desteğiyle ayakta kalabilen diktatörlük yoktur. Hizmet süresini belirleyen tavizler sona erince ve yozlaşma gizlenemez hâle gelince destek kesilir, iç dinamiklerin etkisiyle devrilirler. Şili’de Pinochet’den Mısır’da Hüsnü Mübarek’e, Nikaragua’da Somoza ailesinden Filipinler’de Marcos’a kadar ABD’ye güvenen pek çok diktatör hanedan kurmaya çalışırken aynı akıbeti paylaştı.
Saray rejimi başından itibaren ABD-Rusya-AB arasında denge politikası izlemeye çalıştı. Bu çabaya, doğru bir ifadeyle, “neo-Abdülhamid çizgisi” denildi. Bu çizgi Suriye’deki iktidar değişimiyle birlikte kırıldı, Rusya denklemin dışına çıktı.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’nin AB üyeliği sürecini süresiz olarak durdurduğunu açıklaması denge politikasında bir kırılma daha yarattı. Yapılan açıklamada yer alan “Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemi, ülkedeki demokratik gerilemeyi telafi edemez” ifadesi önemliydi. AB’nin “demokratik gerileme”den çok Kıbrıs meselesiyle ilgilendiğini, sabırsızlık gösterdiğini anlıyoruz. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı’nın Kıbrıs’ta boy göstermesini “yasadışı ziyaret” gibi diplomatik olmayan bir ifadeyle kınadılar.
Sayın Saray Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin açılışını yaptı ve laiklik ilkesine bağlı Kıbrıs ahalisini, “Kuzey Kıbrıs’ta kızlarımızın başörtüsüyle uğraşırsan karşında bizi bulursun,” sözleriyle tehdit etti.
Daha iki ay önce Sayın Saray, “AB ile tam üyelik hedefine odaklanan bir bakış açısıyla ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz” demiş ve “köprüden önce son çıkışın Türkiye olduğunu hatırlatıyoruz” gibi tuhaf bir ifade kullamıştı (AA.10. 03.25) Türkiye sayesinde göçmen akınlarından korunmanın AB için yeterli olmadığını ve AB parlamentosunun son çıkışı atlayarak yola devam ettiğini, bu tavrın askerî (Avrupa güvenlik mimarisi) ve ekonomik sonuçlar doğuracağını anlıyoruz.
28 Nisan 2025 günü Ankara’da “Türkiye Cumhuriyeti-Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Düzeyli Savunma Grubu Toplantısı,” yapıldı. Alınan kararlar ya da hangi düşmanın saldırısına karşı nasıl bir savunma yapacağımız doğal olarak açıklanmadı. Fakat bu toplantı, “en üst düzeyde ifade edilen samimi diyalog”u ilerletme, “savunma ve savunma sanayi işbirliğinin çeşitli veçhelerinin derinleştirilmesi … stratejik ortaklığın güçlendirilmesi” gibi ifadelerle parlatıldı, adeta bütün dünyanın gözüne sokuldu. Sıradan, rutin bir toplantı olmadığını, özellik atfedildiğini anlıyoruz. Hemen ardından Türk Ordusu’na mensup bir Tuğgeneral’in NATO Uluslararası Askerî Karargâhı’na direktör seviyesinde atandığı duyuruldu. Millî Savunma Bakanlığı atamayı “NATO tarihinde bir ilk” diyerek, gururla duyurdu.
Bu arada “en üst düzeyde samimi diyalog” Trump ile Sayın Reis arasında neredeyse karşılıklı ilanı aşka dönüştü. Trump’ın alaycı ifadeleri ve her sözünün içine “dosyaları önüne koyduğum anda her istediğimi yaparsın” gibi bir tehdit tavrıyla Rahip Brunson’ı sıkıştırması, laubalilik düzeyinde olmakla birlikte samimiyetin bir tezahürü gibi gösterildi.
Böylece Türkiye tek kutba eklemlendi ve bütün yumurtaları aynı sepete koymuş oldu. NATO yıldızının gösterdiği yönde gidecek.
Bunun en önemli sonucu Türkiye ile İsrail arasında ABD’nin eşgüdümünde adı konulmayan bir bölgesel stratejik ittifakın kurulması olacak. Bu bağlamda Türkiye, ABD-İsrail’in Gazze girişimine sessiz kalacak, Filistinli mülteci sorununun çözümü Ürdün’ün yanı sıra Türkiye’ye bırakılacak. Türkiye’nin Azerbaycan’la birlikte yaklaşan İran savaşında taraf olması sağlanacak. Türkiye Doğu Akdeniz’deki haklarını dile getirmeyecek, muhtemelen Kıbrıs’ın ABD-İngiltere tarafından askerîleştirilmesine katkıda bulunarak adadaki mevcut statükoyu sürdürmenin yollarını arayacak.
Uzun süredir rafta kalan, bir bakan “gündemimizde yok” derken, bir diğerinin “kesinlikle yapacağız” dediği Kanal İstanbul projesi hızla yürülüğe konularak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin geçersiz kalması ve Karadeniz’in bir NATO gölü olması sağlanacak.
Suriye’de SDG’nin devletleşmesi kabul edilecek, var olmayan PKK’nin kendini tasfiye etmesiyle birlikte üniter Türk ulus-devletini çok milletli federatif bir yapıya dönüştürme süreci başlatılacak.
Bunlar ve benzeri tavizler karşılığında ABD Saray Rejimi’nin bir süre daha ayakta kalmasını sağlayacak, Türkiye’nin ödeyeceği bedel ise ağır ve telafisi imkânsız olacak. Yorulan atlar gerektiğinde değiştirilecek ve araba aynı yola devam edecek.
Devlet içinde ve siyasî toplumda bu süreci durdurabilecek ölçüde kıymeti harbiyesi olan bir güç görünmüyor. Öte yanda hamaset ve aldatmacanın en kolay uygulanabildiği alan dış politikadır. Her hamleyi çarpıtarak yansıtmak, her uzlaşmayı kararlılık, her teslimiyeti zafer gibi göstermek mümkündür. Saray medyası bu alanda uzmanlaşmıştır.
Muazzam kitlelere boş konuşan (boş konuşan!) ana muhalefet partisini dış politika ve ekonomi konusunda alternatif programlar açıklamaya zorlayacak parti içi örgütlü bir bilinç de görünmüyor. Öte yanda Saray teorisyenlerinin ulus-devletler çağının sona erdiği, imparatorluklar çağının başladığı, Yankee emperyalizminin taşeronu olarak hilafeti getirip İslâm âlemine önderlik etme düşüncesinin bu saatten sonra AKP tabanında bile alıcı bulması imkânsız görünüyor.
Demokrasiyi taklit eden bir rejimden kusursuz diktatörlüğe geçişin iç koşullarına gelince, Saray Rejimi’nin bu alanda büyük zorluklarla yüz yüze olduğu görülüyor. Hiçbir siyasî iktidar etnik ve dinî temelde bizzat bölüp parçaladığı bir toplumu iç cephede birleştirerek tahkim edemez. Bu yüzden kendi iç cephesini kurmaya, siyasî toplumun rejime biatını sağlamaya, en uzlaşmaz muhalif kesimleri ise ezmeye hazırlanıyor. Öte yanda halkın en ileri, eğitimli ve modern kesimi siyasî iktidarı, çevresiyle birlikte ülkeyi sömüren, yağmalayan ve yağmalatan mafya benzeri bir teşkilat olarak gördü. Bu görüş noktasından geri dönüş olmaz.
Türk halkının son büyük mücadele cephesi burada açılıyor: üniter ulus-devlet, diktatörlüğe karşı demokrasi, gericiliğe karşı laiklik, Devrim Kanunları zemininde Toplum Sözleşmesi ve bütün bunları gerçekleştirecek bir Kurucu Meclis. Her türlü çalkantı, sapma ve çatışmaya rağmen toplum nihayet bu çizgide birleşecek. Veryansın. 11. 05. 2025