EL ÇABUKLUĞUYLA ANAYASA

Yavuz Alogan

         Siyasetin üç kâğıt açma ya da “bul karayı al parayı” dönemine girdik. Bir kart gösteriyorlar, herkesin inanmasını istiyorlar, sonra “ama bir de böyle bir şey var” diyerek ellerindeki kartın arkasından başka bir kart çekip çıkarıyorlar.

Yurttaşın kafası iyice karıştığında, “Al sana sivil anayasa!” diyecekler. Temel felsefesi bireyin özgürlükleri olan, görülmemiş derecede demokratik ve sivil, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü kökleştiren şeker gibi bir anayasa yapacaklar! Tadından yiyemeyecek, okumaya doyamayacaksınız.

Fakat dilleri sürekli ilk dört madde üzerinde dolaşıyor. Bir kart gösteriyorlar, el çabukluğuyla arkasından başka bir kart çıkarıyorlar.

         Cumhurbaşkanı’nın anayasadan sorumlu baş danışmanı Mehmet Uçum “İlk Dört madde asla müzakere konusu olmaz, ilk dört maddedeki esaslarda mutabakat var” derken, AKP’nin anayasadan sorumlu başkan yardımcısı Hayati Yazıcı “Baştan sona, birinci maddeden son maddesine kadar bir anayasa”dan söz ediyor. Ne kadar ileri gidebileceklerini kestiremiyorlar.

         İlk dört maddeyi didiklemeye devam edecekler, sonra sıra 66. Madde’ye gelecek. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, “ideolojisiz sivil anayasa” tanımı yaparken mevcut anayasayı resmen “tağyir ve tebdil”e teşebbüs etti. Geçmişte bu suçu işleyenleri idam ettiler.

Sayın Kurtulmuş, gadre uğramış  mazlum bakışları, anlaşılmamış filozof edâsıyla “Devletin ülkesi ve milleti olmaz,” dedi. Böyle dediğimiz zaman seçkinci ve devletçi oluyormuşuz.  Peki ne diyecekmişiz?  “Milletin devleti ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğü” diyecekmişiz.

Devleti ve ülkesi olmayan insan topluluğuna millet denir mi? Milletin devleti olmaz, devletin milleti olur. Önce millet değil, devlet vardır; millet, devletin olduğu yerde, onun etrafında oluşur. Cemaatin imamı olur fakat milletin devleti olmaz.

         Numan Kurtulmuş’un açtığı bu karta dikkat edelim! Arkasında ümmet olarak millet tanımı yer alıyor. Hüda-Par başkanı gibi kaba saba bir tutumla, “ahmağa anlatır” gibi değil, kartları karıştırdıkça milletin de aklını karıştırarak, incelikle tezgâh kuruyorlar. Kendilerine anayasa yapıyorlar. Kendi iç cephelerini kuruyorlar, kendi ümmetlerine devlet inşa ettiler, şimdi de kendi devletlerine anayasa yapacaklar.

         Anayasa tartışmalarının birinci evresi kapanmış, “Bu Meclis anayasa yapabilir mi?” sorusu unutulmuş görünüyor. Kurucu vasfı olmayan millet meclisinin mevcut anayasaya bağlı kalacağına ant içen milletvekilleri Saray’ın yirmi yılını temize çeken, bütün uygulamalarıyla birlikte rejimin varlığına meşruiyet kazandıran bir anayasa, halkın değil Saray’ın anayasasını yapmaya kalkıştıklarının acaba farkındalar mı?  Tarihimizin en gerici, bölücü, işbirlikçi parlamentosunu, Numan Kurtulmuş, “Demokratik temsil kabiliyeti en yüksek parlamento” olarak tanımlıyor.  Kendi zihniyetine en yakın hissettiği, niyetlerine en uygun parlamento!

         Peki şu sözlere ne buyrulur? “İmtiyaz ve istisnalar seçkinci gruplara ya da birtakım avantajlı gruplara kamunun gücünü, milletin imkânlarını aktarmak demektir.” Hadi ya!  İnsan arada bir aynaya bakmaz mı? Baktığı zaman, günümüzde imtiyaz ve istisnalarla kamu gücünün hangi siyasî ve dinî grup ve vakıflara, hatta mafya gruplarına aktarıldığını görmez mi?

         Mevcut meclisin anayasa yapmaya teşebbüs etmesi mevcut anayasayı ihlâl suçudur.

1982 Anayasası bile kurucu meclis vasfı taşıyan Danışma Meclisi tarafından yapılmış, ilk üç maddenin “değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği” dördüncü madde olarak anayasa metnine eklenmiştir. Bizim bütün anayasalarımızın ideolojisi işte bu ilk dört maddede içerilmiştir.

1876’dan bu yana yaşadığımız bütün anayasa mücadelelerinde Mithat Paşa’dan başlayarak seçkinlerin emeği ve kanı vardır. Anayasa fikrinin esas sahipleri meşrutiyet ve istiklâl mücadelesinin seçkin öncü kuvvetleridir. Bizim bütün anayasalarımız insan derisiyle kaplıdır.

         Neyse, uzatmayalım…

         Ancak şunu belirtmeden geçmeyelim: ideolojiden arınmış sivil anayasa olmaz. Anayasanın askerîsi, resmîsi, sivili de olmaz. Ve tarihsel olarak bütün ülkelerin anayasalarını, seçim kazanmış başıbozuklar değil, toplumsal mücadelelere önderlik eden seçkinler yapmıştır.  Seçkin derken halkı bilinçlendirme çabalarından artık bıktığımız, gına getirdiğimiz, görsel medyada sürekli atıp tutan ya da üniversitedeki odasında pinekleyen ya da sendikanın başında tıkaç olarak durup hükümetin gözünün içine bakarak mırın kırın eden kişilerden ya da antiemperyalist ilân ettiği Saray’ın kıyısına köşesine ilişerek nemalanmak isteyen kifayetsiz muhterislerden değil, kendini feda etmeye hazır, teşkilat yapmayı bilen yurtseverlerden söz ediyoruz.

Böyleleri kaldı mı? İnsan bazen şüpheye düşüyor.  

         Ekonomiyi, sağlığı, eğitimi yönetemediği için seçmeni kendisine yabancılaştıran, yönünü kaybeden siyasî iktidarın önüne dışarıdan bir paket konulduğunu anlıyoruz. Bu paketi açıp uygulamazsan sana ne sıcak para, ne de Eurofighter uçağı veririz; yemini suyunu keser, itibarını ayaklar altına alır, muhalefeti destekler ve seni deviririz, diyorlar.

Pakette şunlar var: Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta teslimiyet, Rusya ve İran ile cepheleşme ve elbette “çözüm süreci.”

Sonuncusu pandoranın kutusunu açtı. Kutudan neler çıkabileceğini, “çözüm” lafı edildiği andan itibaren DEM’in  söylem, hareket ve eylem girişimlerinden anlıyoruz. Birinci çözüm süreci trajediyle sonlanmıştı, ikinci bir çözüm sürecinin -mevcut bütün koşullar veri alındığında- Türkiye’yi çözeceği çok açıktır.

Vadesini dolduran, ülke içinde denetimi kaybeden, ülke dışında itibar kaybına uğrayan fakat iktidarını sürdürmeye mecbur ve mahkûm olan bir yönetim ya diktatoryal yöntemlere başvurarak sert yapar ya da reformcu kimliğine bürünür.

AKP sert yapamaz, çünkü kurduğu devletin baskı aygıtlarına sonuna kadar güvenemez. Gerektiğinde harekete geçirebileceği, ideolojik olarak eğitilmiş, adanmış silahlı güçleri yok. Genç teğmenler kılıç şakırdattı diye ödleri koptu, telaş içinde bütün tuşlara basmaya başladılar.  

Geriye reformcu görünmek kalıyor. Bugüne kadar gündemi belirleyip siyasî toplumu manipüle ederek, kartları karıştırıp halkın kafasını karıştırarak her ne istedilerse yaptılar. Şekere bulayarak her şeyi yutturabileceklerini defalarca deneyerek gördüler, emin oldular. Şimdi de önlerine konulan paketi açarken reformcu bir kisveye bürünecekler.

Burada Alexis de Tocqueville’in (1805-1859) Fransız Devrimi’ni incelerken söylediği şu evrensel sözü hatırlayalım: “Kötü bir hükümet için en tehlikeli an genellikle reform yapmaya başladığı andır.”

Tocqueville, XVI Louis hükümetini kastediyor. Aydınlanma Filozofları’nın etkisinde kalan Louis, halkın yoksulluğuna çare bulmadan reformlara başlamış, États généraux’yü (Fransız Devrimi’nden hemen önceki Genel Meclis) açtıktan sonra kitleler Bastille Kalesi’ne doğru hareketlenmiş, kendisi de ne olup bittiğini anlayamadan giyotini boylamıştır. Devrimin kendi saati vardır. İktidar yönünü kaybettiğinde, zayıflığını telafi etme umuduyla baskıyı gevşettiğinde çıkagelir.

Elbette aynı şey değil. Tarihsel örüntüler bire bir tekrarlanmaz.  Her şeyden önce bizimki Aydınlanma Filozofları’nın değil, Atlantik İttifakı’nın etkisi ve güvencesiyle hareket ediyor. İkincisi, Louis reforma içtenlikle inanıyordu. Bizim makinist ise demokrasi trenini ineceği perona sokmak için ileri geri manevralar yapıyor. Olacak o kadar fark! Hangi çağda yaşıyoruz? Veryansın, 13. 10. 2024