Yavuz Alogan
Siyaset alanını belirleyen ideolojik baskı zamanla bütün yurttaşların söylemini esir alır. Baskının en yoğun yaşandığı yer siyaset alanıdır. Tarikat ve cemaatlere şirin görünmek isteyen politikacının Eyüpsultan’a gidip usulüne uygun Kuran okuması en gerici siyasî partilerin iltifatına mazhar olur. Anayasa’da yer alan laiklik ilkesini telaffuz etmekten korkan siyaset erbabı Saray’ın nihai amacına hizmet etmektedir.
Aynı baskı farklı boyutlarda hepimizi etkilemiştir. Görüş açıklarken, yanlış anlaşılmamak ya da saldırıya uğramamak için lafa küçük bir kimlik tespitiyle ya da ne olmadığımızı gösteren bir ifadeyle başlıyoruz.
Mesela “Irkçı değilim ama sokakta Suriyeli ve Afgan görmek istemiyorum,” diyoruz. Ya da “Homofobik değilim ama LGBT’nin eşcinsellik propagandasına karşıyım.” Ya da “Sağcı değilim, hatta solcuyum ama Kemalist milliyetçiliğin güçlenmesini istiyorum.” Ya da “Ateist değilim ama İslam dininde reformu savunuyorum.” Ya da “Demokrasiye bağlıyım ama PKK’nin sivil uzantısı olan partinin kapatılmasını istiyorum.”
Kişinin ne olmadığını belirttikten sonra görüş açıklaması, baskı altında olduğunu gösterir. Şu örneği alalım: “Şiddet yanlısı değilim ama seni bir yumrukta yere yıkıp üzerinde tepinen çocuğa sempati duyuyorum.” Burada karışık bir durum var… Her ne kadar şiddet yanlısı değilim desen de içindeki bastırılmış öfke duygularının şiddet dışında bir çıkış yolu kalmamış. Üstelik yakında bir gün mutlaka sana karşı şiddet kullanacaklarını da anlamışsın fakat her türlü şiddete karşısın.
Geçen gün emekliye ayrıldığı için konuşabilen bir Cumhuriyet Savcısı, mevcut savcıların yüzde sekseninin Saray’ın hukuk dışı uygulamalarından “çok rahatsız” olduğunu söyledi. Rahatsızlar fakat konuşmuyorlar, çünkü kış kıyamette İstanbul’dan Erzurum’a sürülmekten korkuyorlar. Askerler de öyle… Konuşmaları için üniformalarını çıkarmaları gerekiyor. Aksi hâlde terfi edemiyorlar, disiplini bozmuş oluyorlar. Cumhuriyet ve demokrasi için hayatlarını feda edecek hâlleri de yok. O görev en yoksul ailelerin sınır nöbeti tutan işsiz gençlerine düşüyor.
Savcı hâkim cüppesi ve asker üniforması suskunluk alâmetine dönüşmüş. Oysa 1961 Anayasası yürürlükteyken savcı ve hâkimler cüppelerini giyip yürüyüş ve miting yaparlar, askerler devir teslim törenlerinde iç ve dış politika hakkında konuşarak herkese ayar verirlerdi. Ülke batmaz, kıyamet kopmazdı. Her iki kesim de kendi içinde bütünlüklü, tutarlı ve ülkenin bütün sorunlarıyla ilgiliydi. Şimdi her konuda suskun fakat kendi içlerinde paramparça ve tutarsızlar.
Her gün küfür hakaretle karşılaşan, varlığı sorgulanan Anayasa Mahkemesi’nin başkanı, hukuk öğrencilerine konferans veriyormuş gibi yaparak, utangaç bir tutumla, aşırı dikkatli sözlerle, başında olduğu kurumu ve anayasayı savunmaya çalışıyor. Kürsüde tek başına duruyor.
Anayasa’nın, Medenî Kanun’un, Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nun uygulanmadığını herkes görüyor. Anayasal rejimi değiştirme fırsatı yaratmak için bir “büyük komplo”nun tezgâha konulduğunu antenleri hassas olan herkes hissediyor.
Ve en çok söylenen söz şu: “Aman oyuna gelmeyelim!”
Oyun zaten sana kuruluyor, oyunun konusu sensin. Mevcut Anayasa’dan doğan haklarını kullanarak en geniş cephede Cumhuriyet’i savunacak yerde bekliyorsun, oyuna gelmiyorsun. Sen oyuna gelmiyorsun ama oyun sana geliyor; senin hayatınla, gelmişinle geçmişinle, tarihinle coğrafyanla, sağlığınla selametinle inançlarınla, izzet-i nefsinle oynuyorlar.
Sınırda ne olduğunu anlamıyoruz. Alan hâkimiyeti kurduğumuzu iddia ettiğimiz bölgede neden 21 günde 21 şehit verdiğimizi bilmiyoruz. Kendisine “güvenlik uzmanı” (ne demekse?) diyen, çubuğu kapıp her gece ekrana çıkarak harita başında ahkâm kesen şahısların da bilmediğini anlıyoruz. Nereden bilecekler?
Ne olduğunu ancak şehit olan askerlerin bölgedeki komutanları bilir. Evlatlarını şehit veren isimsiz komutanlardan biri çıkıp bir saat konuşsa her şey anlaşılır. Fakat konuşamaz! Neden? Tarihe ve halka karşı sorumlu değil mi? Orada yeraltı faaliyeti mi yürütüyor? Savaş zamanında asker konuşur, sivil dinler.
Merak etmeyin, burada derin jeopolitik analize girmeyeceğim. Bab-ül Menteb boğazının öneminden, İsrail’in arz-ı mevhud projesinden, önce siyah yas bayrağı sonra kırmızı intikam bayrağı çeken İran’ın çaresizliğinden, paragöz Arapların kayıtsızlığından, Suriye’yle hemen ittifak kurma gereğinden, Batı’nın şantajı altında Saray’ın ülke jeopolitiğini pazarlamasından, BOP’tan falan da söz edecek değilim.
Sadece şunu belirteceğim: ekonomiyi, eğitimi, sağlığı örgütleyip kriz koşullarında yönetemeyen bir siyasî iktidarın, orduyu örgütleyip savaş koşullarında ona komuta etmesi kesinlikle imkânsızdır. Siyasî iktidarın halk arasında kendi eliyle yarattığı uzlaşmaz çelişkilerin asker kışlalarına en ilkel biçimiyle yansıması ise kaçınılmazdır. Bütün sorunlar ülkeyi mafya şebekesi gibi yöneten siyasî iktidarda düğümlenmektedir.
Tarih tekerrür eder…
Bakınız, bir asır önce, 1913’te Ali İhsan Sabis Paşa, tarihe Balkan Faciası olarak geçen Birinci Balkan Harbi’nin sebeplerini anlatırken ne diyor:
“İktidarda bulunan siyasî zümre, iktidarının devamını ordudaki taraftarlarının kuvvetinde aradığından, ordu (…) 31 Mart isyanını bastırmak için mecburen ve hakkıyla bulaştığı siyasetten kendini kurtaramadı. Ordunun en seçkin subayları ordudan atıldı. (…) Orduda karşılıklı siyasî cereyanlar başladı. (…) …ordunun silah ve teçhizatı, düşmanlarımıza oranla hakikaten bir imparatorluğa, padişahlığa layık derecede iyiydi. Tüfeklerimiz ve seri ateşli toplarımız düşmanlarımızınkiler kadar mükemmel ve miktarı ise daha çoktu.” Fakat “Subay heyeti uyumlu değildi. Genel olarak, subayların yetiştirilmesine gereği gibi önem verilemiyordu (…) Büyük kıtaları sevk ve idare edecek, büyük harp harekâtına vâkıf kumanda heyetleri tamamıyla yoktu” (Ali İhsan Sabis ve Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Balkan Harbi’ni Niçin Kaybettik?, İz Yayıncılık 2017 s. 66 ve 74-75).
Tanıdık geldi mi?
Farzedelim ki 27 Nisan 1909 günü II. Abdülhamit tahttan indirilemedi, onu istifaya dâvet eden Meclis-i Mebusan heyeti tutuklandı. 31 Mart isyanını bastıran Hareket Ordusu Padişah fermanıyla dağıtıldı. II. Abdülhamit’e “köhne Bizans’ın Yıldız burcunda ikamet eden baykuş” diye hitap ederek askere nutuk atan Mahmut Şevket Paşa isyan suçundan tutuklandı, İttihat ve Terakki fırkası kapatıldı ve Avcı Taburları Dersaadet’e hâkim oldu. Böylece 1908 Devrimi gelişemeden yok edildi. Tarihin gidişatı nasıl olurdu?
Şimdi oradayız…
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Devrim yaparak, ordudan maarife, sıhhiyeden bayındırlığa kadar her bir kurumunu savaş şartlarında inşa ederek kurdukları ve yirmi yıldır her bir temel taşı sökülerek battal edilen Devlet, elbette demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak yeniden inşa edilecek. Bu parantez ancak sürdürülemez hâle geldiğinde kapatılacak. Umarım III. Dünya Savaşı biz kendimize gelene kadar buralara uğramaz. Veryansın, 14. 01.2024