Yavuz Alogan
Normal zamanlarda Devlet bütün yurttaşların temsilcisi ve koruyucusu olarak görünür. Bu görünüme, zenginlerin ya da belirli bir tabakanın (bizde cemaatler ve tarikatlar) ayrıcalıklı konumunu gizleyen demagojik bir söylem eşlik eder: zenginler yoksullara iş vermektedirler, tarikat ve cemaatler toplumun maddî ve manevi ihtiyaçlarını karşılayan sivil toplum kuruluşlarıdır gibi…
Fakat kriz zamanında durum değişir. Devlet kriz zamanında zenginlerin ve ayrıcalıklı tabakanın zararına bütün yurttaşların genel çıkarlarını korumak zorundadır. Devlet ya bu zorunluluğu yerine getirir, zenginlere ve ayrıcalıklı tabakaya yaptığı servet transferini kademeli olarak kısmaya başlar ya da iç ve dış kaynakları pervasızca tüketerek hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eder.
Birinci durum olağanüstü hâli gerektirir; ikincisi ise belirli bir seviyeye ulaştığında, Devlet’in artık üstesinden gelemeyeceği kadar şiddetli bir toplumsal kargaşaya ve iç çatışmaya yol açar.
Her iki olasılık da kriz koşullarında önceki gibi var olamayacağını anlayan zengini ve ayrıcalıklı tabakayı tedirgin eder. Lumpen burjuvazi servetini zıplatarak yabancı ülkelerde istiflerken TÜSİAD burjuvazisi ansızın yargının bağımsız, eğitimin ise laik ve bilimsel olmadığını keşfeder, “ekonomi politikaları gözden geçirilmeli” diye homurdanmaya başlar, tarikat ve cemaat ahâlisi “hilafet isteriz” diye sokaklara dökülür.
Başta prekaryalaşan çökmüş orta sınıf olmak üzere halkın yarıdan fazlası ekonominin bugüne kadar nasıl yönetildiğini hayat standardının ani düşüşüyle tecrübe etmiştir. Sıradan yurttaş her türlü yolsuzluk, rüşvet rezillik, israf saltanat, beşli çete, “sineerjiik” Polat ailesi ve her türlü kara para işine tanık olarak, Saray ekonomisinin ne olduğunu iyice anlamıştır. Saray’ın ekonomiyi neden yönetemediği de (sıcak para gelmiyor!) anlaşılmıştır.
Saray’a indirgenmiş/sıkıştırılmış Devlet bu durumda ne yapacaktır?
Birincisi, sert yapabilir. Stratejik olarak Mart yerel seçimlerinden sonra “sıfırdan” Anayasa bağlamında bir diktatörlük denemesine girişeceğini zaten biliyoruz. Sertliğin dozunu ayarlamak için büyük bir “millî” soruna ihtiyaç duyacak, bu sorunun üstesinden gelmek için alacağı önlemlerle nüfusun kendisine muhalif olan yarısını baskı altına almak isteyecektir.
Fakat sahici iç ve dış sorunların olduğu koşullarda krizi artıracak hareketler kendisi için tehlikeli olabilir. Mesela savaş çıkarmaya kalksa, ülkeyi sahici bir savaşın içine sokabilir. Tevhid bayrağı açarak hilafet isteyen kitleyi serbest bıraksa, halk arasında yarattığı uzlaşmaz çelişkilerin geri dönüşü olmayacak biçimde patlak vermesine yol açabilir. Hilafeti gerçekten ilan edebilirmiş gibi davranması, sokaktaki güruhu Saray’ın üstesinden gelemeyeceği ölçüde azgınlaştırmaktadır.
Ayrıca çatışmalı kriz durumunda Saray ideolojik, hatta örgütsel olarak bölünmüş baskı aygıtlarının sadakatine güvenemez. Sağlam bir diktatörlük kurmanın vazgeçilmez koşulu, ideolojik bakımdan türdeş, siyasî merkezin ideallerine ve programına bağlı, sıkı denetim altında tutulan baskı aygıtlarının varlığıdır. Böyle bir varlıktan emin değilseniz diktatörlük kuramazsınız.
İkincisi, durumu idare ederek siyasî cephesini genişletmeye çalışabilir. Bunu da zaten yapmaya çalışıyor, İYİP’i Cumhur ittifakına katmak, son genel seçimlerde oluşturduğu ittifakı genişletmek istiyor. Fakat MHP’yle kurulan söylem birliğinin bozulmakta olduğu, ilişkinin giderek bir kurtlar vadisi rengine büründüğü, Yeniden Refah’ın Saray’ı dirsekleyerek aradan sıyrılmaya çalıştığı, Hüda-Par’ın kendi şeriatçı/etnik programını meclis kürsüsüne taşıdığı görülüyor.
Saray’ın Cumhur İttifakı içindeki partileri sağlam bir blok hâlinde birarada tutma olasılığı zayıflarken, tarikat ve cemaatlerin denetimden çıkma olasılığı artıyor. Başka deyişle, kriz koşullarında iktidar bloku dağılma belirtileri gösterirken, anayasal güvenceye kavuşmak için sabırsızlanan şeriatçı örgütler Saray’a yaptıkları baskıyı artırıyorlar.
Diyanet’in 2019 tarihli raporunda belirtildiği gibi tarikat ve cemaatleri “ehl-i Sünnet geleneğine bağlı, şeriat-tarikat dengesini gözeten” standart bir çizgide birleştirme çabası sonuç vermedi. Yasadışı şeriatçı yapılar hızla selefileşmekte, Hizb ut-Tahrir gibi uluslararası şeriatçı terör örgütlerinin faaliyet alanı genişlemekte, milyonlarca kaçak göçmen bu örgütlere muazzam bir çalışma sahası ve insan gücü sağlamaktadır. Saray’ın bu iç savaş potansiyelini ortadan kaldırma ihtimali, imkân ve kabiliyeti kalmamıştır.
AKP sözcüsünün “Biz hilafet değil kuantum konuşuyoruz,” mealinde komiklik yapması ve “Bizim bugün temel meselemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olma vasfının güçlendirilmesidir,” gibi şeyler söylemesi (Birgün, 04. 01.24) çaresizliğin ve korkunun ifadesidir. Yaptıklarını beğenmiyorlar, istediklerini yapamıyorlar. Eskisi gibi yönetemiyorlar, yönetilenler de şeriatçısından Kemalistine kadar eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar.
Çözüm, Saray’a sıkışan Devlet’i tirbüşonla değilse de toplumsal bir muhalefetle oradan çıkarmak, Kurucu Meclis marifetiyle Toplum Sözleşmesi’ni yenilemek ve yeni bir siyasî partiler kanunuyla yenilenmiş bir parlamenter rejime geçmektir.
Mevcut sistemin kendini yenilemesi ya da sistemin içinde faaliyet gösteren siyasî partilerin yeni bir toplumsal mutabakata önderlik edebilmesi pek mümkün görünmüyor. Son genel seçimler sistemin kendi içinde restorasyon yapma imkânını tükettiğini gösterdi. Sistemin içinde faaliyet gösterdikleri sürece siyasî partilerin Devlet’e karşı girdikleri her seçimde, doğal ömrünü tamamladığı için artık uzatmaları oynayan Saray’a canlılık kazandırmaları, hatta onu güçlendirmeleri mümkündür.
Netice almak için oyunun kurallarını değiştirmek ya da bozmak gerekir. Bizzat getirdiği kanunları bile ihlâl eden Saray’a, madem öyle biz de bu demokrasicilik oyunundan çıkıyoruz, senin kurallarınla oynamıyoruz diyebilmek gerekir. Veryansın, 07. 01. 2023