Yavuz Alogan
Kamuoyunun dikkatini ve ilgisini çeken konu, gündemi oluşturur.
Gündemin mutlaka bir sahibi olur; medyaya hükmeden gündemi belirler ya da kendiliğinden oluşan gündemi yönlendirir. Sosyal medyada binlerce troll yukarıdan işaret geldiği anda gündemi değiştirmeye ya da yönlendirmeye koyulur.
Ülkenin Başkan’ı “Gündemi belirleme konusunda güzel bir ivme yakaladık, bunu devam ettirelim,” diyebilir mesela. Bu ülkede profesör olabilen eski Ayasofya Camisi imamı, “Hz. Adem ve Havva annemize yapılan hakareti savunanı Allah karla çarpar; gereken dersi herkes çıkarır inşallah…” diyerek gündemi meteorolojiden alıp ilahî adalete doğru saptırır.
Gündemin aynı zamanda sürükleyici özelliği vardır.
İnsanların zihinlerini meşgul eder, onları peşinden sürükler. Nebati Bey’in heterodoks ekonomisi konuşulurken, planlı ekonomi ihtiyacı gündeme giremez mesela. Enerji krizi nedeniyle fabrikalar kapanırken, halkı soyan enerji şirketlerinin kamulaştırılmasını, her ne yaparsanız yapın, ülkenin gündemine sokamazsınız. Gündem sizi dışarıda bırakır, kendisini size dayatır; “Minik Serçe,” Sedef Kabaş, İmamoğlu’nun yediği balık gibi konuların peşine düşersiniz.
Yurttaşlar kendi aralarında örgütlenerek mücadele etme imkân ve kabiliyetinden yoksun oldukları için halkın talepleri ve gündemi ancak siyasî parti başkanlarının şikâyetçi kişilere uzattıkları mikrofonla dile gelir. Yurttaş derdini anlattıktan sonra, parti başkanı “tüyü bitmemiş yetimin hakkı / kul hakkı / fakir-fukara-garip-guraba” diye kısa bir nutuk atıp, “Allahın izniyle” iktidara geldiği zaman dertlerin biteceğini, yüzlerin güleceğini söyler.
Bir de gündeme düşerek siyasî ortamın dengesini bozan, ittifakları geren bombalar vardır. Bu durumda “Gündeme bomba gibi düştü!” denir.
Mesela kutsal kitaplardaki esrarengiz kehanetleri andıran şu kısa cümleyi ele alalım: “Edirne’deki İmralı’dakine hesap verecek.”
Bu kısa cümle siyasî toplumun tertibinde ve terkibinde karışıklık yarattı; özenle hazırlanmakta olan ittifak yapısını bozuverdi.
Sayın Saray’ın cümleyi telaffuz etmesinden hemen sonra karanlık bir el “İmralı mektupçusu” Prof. Dr. (bu ülkede ne çok profesör var, herkes profesör!) Ali Kemal Özcan’ı sahneye çıkardı.
Mektupçu, Saray’ın adamı olduğunu saklamadan, bir devlet adamı gibi konuştu. Demirtaş’ı tehdit etti. Cezaevinden çıktığında Demirtaş’ın siyaset yapamayacağını, onun canını ancak Öcalan’ın kurtarabileceğini söyledi. Yeni bir “Çözüm Süreci”ni ancak Abdullah Öcalan ile Sayın Reis’in kotarabileceğini ballandıra ballandıra anlattı. Çözüm sürecinin neden bozulduğunu şu sözlerle açıkladı: “Dışarıda Avrupa, içeride Kemalist faşistler, Marksist faşistler ve Kürtçü faşistler dediğim üç damar, Selahattin beyi ‘sözcü’ ederek süreci bitirmeye götürdüler.” Mektupçu, konunun çok önemli olduğunu söyledi, “Anadolu Türklüğünün varlığı söz konusudur,” dedi.
Demirtaş’ın haksız yere içeride tutulduğunu her fırsatta dile getiren Kılıçdaroğlu, Demirtaş’ı ailesiyle birlikte kahvaltıya davet eden Akşener ve HDP’yle birlikte “Otuz altı etnik grubun ve emekçi halkların özgürlüğü”nü savunan demokratik-tik solcular birden şaşırdılar. Sayın Reis HDP tabanını bir hamlede ikiye, hatta üçe bölmüştü.
Gözler HDP’ye çevrildi. HDP sosyetesinin Eşbaşkanı Pervin Buldan, toplumsal barış ve “demokratik çözüm” için diyalog ve müzakerenin tek yöntem olduğunu belirttikten sonra, “Bu çerçevede İmralı’da yürütülecek diyalog görüşmelerini sonuna kadar destekleriz,” dedi ve Saray’dan Öcalan’ın “tecrit” durumunun kaldırılmasını talep etti. HDP sosyetesi Sayın Saray’ın niyetini anlamış ve onaylamıştı. “Çözüm” söz konusu olduğunda, iktidarda AKP’nin ya da başka bir partinin olması fark etmezdi.
Böylece Millet İttifakı’nın HDP’yle gizli ya da açık ittifak planları çöktü. Sayın Saray’ın seçimler yaklaşırken Öcalan’ı sahneye çıkararak Kürt kökenli yurttaşların oylarını mıknatıs gibi çekebileceği anlaşılmıştı.
Ortalık karıştı, siyasetin geometrisi bozuldu!
Kılıçdaroğlu “Bu ülkeye demokrasi gelecekse, bunun yolu Diyarbakır’dan geçer,” diye bir çıkış yaptı. Fakat İyi Parti, bu topu göğsünde durdurarak sert bir şut çekti ve “Demokrasi ülkeye Diyarbakır’dan gelecektir diyenlerin ve bize çözüm sürecini, devamında da 1212 şehidimizle acıyı yaşatanların yaptıkları ortadadır!” diyerek tepki gösterdi. Bunun üzerine Kılıçdaroğlu, Diyarbakır’a gidince ne söyleyeceğini bilemedi, “hava muhalefeti”ni bahane ederek seyahatini iptal etti; HDP sosyetesinin himayesinde sosyalistlik eden demokratik-tik solcular bu derin gündemi anlamazdan geldiler, “Büyüklerimiz kendi aralarında tartışıyorlar,” diye düşündüler herhalde.
Neyse uzatmayalım…
Bu örneği gündemin gücünü ve nasıl belirlendiğini, ülkenin politik ortamının ne kadar kırılgan, kaygan ve çok parçalı olduğunu göstermek için verdim. Suya atılan küçük bir taşın çıkardığı büyük dalgalarda boğuldular.
Elbette Sayın Saray’ın kısa cümlesiyle oluşan gündem popüler gündem değil, derin gündem. Gündem derin olduğu için Adem Aleyhisselam ya da Sedef Kabaş’ın öküz hikâyesi ya da İmamoğlu’nun İngiliz mahremiyeti kadar yankılanmadı. Derin gündem sosyal medyanın sığ sularında tutunamadı fakat siyasî toplumun derinliklerinde yakın geleceği belirleyen bir etki yarattı.
Mao Zedung’un çok sevdiğim bir sözü vardır. Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlatırken (1966) şöyle demiştir: “Derin sularda yüzmek sığ sularda yüzmekten daha kolaydır.” Derin sularda muazzam bir kütlenin kaldırma gücünden yararlanırsınız, sığ sularda çırpınırken asla fark edemeyeceğiniz akıntıları ve dalgaları kullanarak yönünüzü belirlersiniz. Enginlere açılırsanız sığ sularda debelenmekten kurtulursunuz.
Ve en önemlisi, dipten gelen bir dalga bütün dalgakıranları aşmadıkça değişen bir şey olmaz. Gündemin peşinden sürüklenirken kısa paslaşmalarla oyalanıp durur, bir şey yaptığınızı zannedersiniz. Bu arada atı alan Üsküdar’a geçmiş olur, siz de bizzat yarattığınız iktidar heyulasının altında ezilmeye devam edersiniz. Veryansın, 28. 01. 2022