Yavuz Alogan
Amerikan yönetim sisteminin seçmeni denetleme ve yönlendirme gücünde bir zayıflama görüyoruz. Önceki başkan seçimlerinde Fil ve Eşek partilerinden özenle seçilen, parti kademelerinde ve Senato ortamında defalarca sınanan, böylece sistem açısından güvenilir oldukları kanıtlanan adaylar, yanlarına birkaç aykırı adayın da katılmasına izin verilerek yarış pistine çıkarılır, bir gösteri dünyası (show business) olarak işleyen seçim kampanyaları boyunca Amerikan halkının adayların performansını değerlendirmesi sağlanırdı.
Giderek sistem iki aday üzerinde odaklanır, sonunda bağış kampanyaları tek bir adaya yönlendirilir, güçlü bir “vitrin etkisi” yaratılarak en fazla göz dolduran aday konfetiler ve alkışlarla podyuma çıkarılırdı. Diş macunu reklamı yapıyormuş gibi sürekli sırıtan, mecburen karizmatik Başkan, uluslararası Amerikan tröstleri ile Pentagon generallerinin sözcüsü olarak “Establishment” denilen yerleşik düzenin başına geçip öylece dururdu.
Fakat bu sefer durum değişik. Salgın hastalığın ve işsizliğin vurduğu siyahlar, hispanikler ve yoksul/güvencesiz beyazlar, WASP’la, yani Beyaz-Anglo Sakson-Protestan orta sınıfla, 1930’ların ve 1960’ların kriz dönemlerini hatırlatacak kadar sert fakat bu kez tamamen fikirsiz ve programsız olarak karşı karşıya geldiler. Atlantik’ten Pasifik’e kadar bütün ülkeyi bir öfke ve korku dalgası kapladı.
ABD’de John F. Kennedy ile onun siyah versiyonu olarak pazarlanan Obama dışında gelmiş geçmiş bütün başkanlar WASP olmalarına rağmen, hiç biri Amerikan toplumunu Trump kadar keskin hatlarla bölmemişti. Eğlence dünyası ve inşaat müteahhitliğinden gelen, önceki başkanlar gibi savaş kahramanı, Harvard mezunu, CIA şefi, parlak senatör vs olmayan bu tuhaf fenomen, ABD siyasî tarihinde bir arıza olarak ortaya çıktı ve ABD taşrasının, en geri ve ırkçı Amerikalının sözcüsü oldu. Aşina olduğumuz bir ifadeyle, ülkeyi “Anonim şirket gibi yönetti.”
Amerikan halkı Batman filmlerindeki Joker karakteri gibi göbeğini hoplatarak dans edip kahkahalar atarken nüfusun yarısını tehdit eden tuhaf bir başkan adayı ile yaşlı adam makyajı yapmış yirmi yaşlarında bir genci ya da dokunsan dağılıverecek gibi duran bir mumyayı andıran diğer aday arasında seçim yapmaya zorlandı. Sistemin siyasî mutabakatı sağlayabilecek bir aday çıkaramadığını anlıyoruz.
İtirazlar, yeniden sayımlar ve mahkemelerden sonra ikisinden biri Beyaz Saray’a yerleşecek, ABD’nin doktrin ve politikalarında büyük bir değişiklik olmayacaktır.
Sokaklarda toplanan Ku-Klux-Klan bozuntusu silahlı tosuncuklar ile 1960’ların sonunda ortaya çıkıp kaybolan Kara Panterler örgütünü andıran gruplar birbirlerine ateş etmeye cesaret edecekler mi? Sanmıyorum. Küçük çatışmalar, yağma olayları, itişmeler olabilir fakat büyük kaos, hatta iç savaş bekleyenler yanıldıklarını göreceklerdir. Köklü kurumlara dayanan sistemin baskı aygıtlarıyla birlikte ikiye bölünüp çatışması, Kuzey-Güney Savaşı (1861-1865) gibi bir kapışma mümkün görünmüyor. ABD’de en azından, Biz İncil’e değil “Anayasa’ya bağlıyız,” diyen bir Genel Kurmay Başkanı var. (Aslında her ülkeye biraz askerî vesayet lazımdır, aksi hâlde anayasayı kriz zamanlarında kim muhafaza ve müdafaa edecektir?)
ABD’nin küresel stratejisi de değişmeyecektir. Rusya-Çin yakınlaşmasını önlemeye, Hindistan ile Çin’i çatıştırmaya, Çin’i Pasifik’ten Rusya’yı ise Avrupa’nın doğusundan ve Kafkasya’dan kuşatmaya, ticaret ve enerji yollarını denetlemeye, bölgesel savaşlar çıkarmaya, Ortadoğu’daki 22 devletin sınırlarını değiştirmeye, İran’ı içeriden çökertmeye, Suriye’yi bölerek bir PKK devleti kurmaya, İsrail’e stratejik derinlik kazandırmaya çalışacak; Obama Güvenlik Doktrini’nde (2015) belirtildiği gibi, II. Dünya Savaşı’nı izleyen “Amerikan liderliği”ni sürdürmek isteyecektir.
Burada iki nokta önemli. Birincisi, emperyalizm gerektiğinde değiştirilebilen bir “politika” değildir. Yani emperyalist ülkenin başkanı çıkıp “Arkadaşlar, bu emperyalizm çok masraflıymış, biz artık kendi işimize bakalım” diyemez. Emperyalizm kapitalizmin bir üst aşamasıdır; sermaye birikiminin ve tekelleşmenin bir sonucudur. İnsan iradesi bu süreci ancak yönetebilir ve yönlendirebilir, tamamen durdurup otarşi benzeri bir yapıya geçemez.
Hegemonya ise farklı bir şeydir. Emperyalist güçler arasında el değiştirebilir. Mesela İngiltere’nin ABD’ye yol vererek küresel hegemonya mücadelesinden çekilmesi elli yıldan fazla sürmüştür. Tarihçi Eric Hobsbawm, İngiltere’nin geçen yüzyılın ortalarında kendi gücünü doğru biçimde değerlendirdiğini, denizlerde askerî denetim kuracak kadar güçlü ve zengin ülkelerin ortaya çıkacağını fark ettiğini belirtir. Yakın dönem tarihinde ABD’nin “dünya hegemonyası kurma iddiası taşıyan tek ülke” olduğunu söyler. Hobsbawm’a göre, Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin bu iddiayı sürdürmesi, “tehlikeli bir kumar”dır ve bu ülkenin “yeni bir dünya düzeni kurmaya özenmesi” insanlık için risk taşımaktadır (Hobsbawm, Yeni Yüzyılın Eşiğinde, Yordam 2007, s. 60)
İkincisi, emperyalist bir güç silah üstünlüğünü ve bunun gerektirdiği teknolojik altyapının rekabet gücünü tamamen kaybetmedikçe küresel hegemonya mücadelesinden vazgeçmez. Hâlâ dünyayı Amiral Alfred Mahan (1840-1914) gibi yorumlayan (“ABD’nin savunma hatları bütün dünya denizlerinden başlar”) Yankee emperyalizminin Çin’e, Rusya’ya ya da Avrupa’ya bakarken, kendisiyle boy ölçüşebilecek bir askeri güç potansiyeli görmediği, rakiplerine karşı şimdilik bir tür “containment” (çevreleme, önleme) siyaseti ve “dolaylı savaş” stratejisi izlemekte olduğu açıktır.
Tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz. Günümüzün emperyalistlerarası paylaşım mücadelesi esas olarak ABD ile Çin arasında, son tahlilde pek çok bakımdan eşitsiz koşullarda sürmektedir; iki gücün mukayeseli üstünlükleri farklı alanlarla sınırlıdır. Emperyal alanı daralan Rusya elindekini korumaya, kendine jeostratejik nüfuz alanları yaratmaya çalışırken; AB dağılma eğilimi göstermektedir. Türkiye gibi ülkelerin bütün küresel güçlere eşit mesafede durarak bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktan, anayasal rejimini laiklik ve demokrasi yönünde değiştirmekten, teknolojiye dayalı planlı bir iktisadi büyüme ve toplumsal kalkınma çabasına girişmekten başka bir alternatifi yoktur.
Yeniden ABD’nin başkan seçimine dönecek olursak, yaratılan korku ve krizin bu ülkenin yönetimini dönüşümlü olarak iktidara gelen Fil ve Eşek partilerinin hâkimiyetinden kurtararak yeni partilere yol açmasını; neoliberalizme, ırkçılığa ve işsizliğe karşı mücadele eden yeni devrimci hareketlerin doğmasını; hispaniklerin, siyahların ve yoksul beyazların yeni taleplerle siyasî yapıyı zorlamalarını ancak umut edebiliriz. Bölgesel savaşları ve büyük felaketleri dünyanın her yerinde ancak tabandan örgütlenen yoksul ve güvencesiz halk kitleleri (prekarya) önleyebilir. Her yerde yeni fikirlere, yaratıcı örgütlenme biçimlerine ihtiyaç var. Dışarıdan esen sert rüzgârlara kapılmadan, tarihsel formülleri papağan gibi tekrarlamadan, kendi kafamızla düşünmeliyiz. Veryansıntv, 06.11.2020