DEVRİMLERİN SÜREKLİLİĞİ

Yavuz Alogan

          AKP’nin ideolojik hegemonyası altında yeni bir tarih yorumu yazılıyor. Bu yorumu okuduğunuz zaman, toplumların hayatında “devrim” denilen dönüşümlerin süreklilik içinde kısa süreli kesintilerden, arızalardan ibaret olduğunu öğrenmiş oluyorsunuz. Fransızların fiyakalı deyişiyle “Ancient Régime”in (eski rejim) gelenekleri ve yapılarıyla alttan alta varlığını sürdürdüğünü, gerici bir iktidarın uyguladığı restorasyonla birlikte başkaldırabildiğini anlıyorsunuz.  Karşıdevrimin gönüllü taşeronları “devrim”in içinden işlerine yarayan unsurları (mesela “devletçilik”) seçip alıyor, diğerlerini ise (mesela “laiklik”) görmezden geliyorlar.

         Devrimler bir bütündür, getirdikleri ilkeler arasından manavda domates seçer gibi ayıklama yapılmaz. Sürekliliğini kaybeden bir devrimin tekrarlanması ya da ileriye doğru aşılması gerekir. Eğer bunu düşünmeyi beceremezseniz, eski rejimin ideolojisine, geleneklerine, kurumlarına zaman içinde teslim olursunuz. Bir devrim ya sürekli olur, “arasız” devam eder, ya da tarihin karanlıklarına gömülür.

Ne oldu? “Arasız devrimler” kesintiye mi uğradı?  Nereye takıldı? İdeolojik ve teorik bagajımızı boşaltarak ya da ona gerici yorumlardan eklemeler yaparak geçmişimizle mi barıştık?  Devrimlerden geri dönüşün mümkün olduğu bu ülkede çok tartışıldı.  Bizim Aydınlanma devrimimizden geriye dönüş olduğunu inkâr edecek tek bir kişi çıkabilir mi?  Bugünün devrimciliği, Aydınlanma devrimini sinsi gericiliğin pençesinden kurtarmak ve ona süreklilik kazandırmaktır. Sonrasına bakarız!

         Elbette her ülkenin bir geçmişi var. Fakat Osmanlı olmasaydı Mustafa Kemal olmazdı diye özellikle vurgulamak, saçmalıktır. Politik olarak fazlaca “maksatlı” olmanın yanı sıra, böyle şeyler söylemek, anası ve babası olmasaydı Yavuz da olmazdı gibi bir totolojiye (bir şeyi kendi kapsamı içinde tanımlamaya) varır.

         Aslında bu anlayış yeni ya da özgün değil. Mesela 1789 Fransız Devrimi’nin gereksiz olduğu, geleneksel toplum yapısını fazla etkilemediği (Alexis de Tocqueville); 1917 Ekim Devrimi’nin  Rus tarihinde bir arızadan ibaret olduğu (Putin: “Lenin’in uydurduğu devlet yapısı Rus devlet geleneğinin altını oydu”); Atatürk İnkılâpları’nın ise Osmanlı tarihinde sadece küçük bir parantez açtığı  ve bu  parantezin AKP’yle birlikte çok şükür kapandığı (siyasî İslamcılar) söylenmiştir.

         Bu türden gerici görüşlerin Yeni Dünya Düzeni’yle birlikte ortaya çıktığını ve ilk kez neoliberal küreselleşmenin ideologları tarafından kuvvetle savunulduğunu biliyoruz. Mesela Huntington, 1996’da  devrimlerin etkisiz ve faydasız olduğunu kanıtlamaya çalışırken, “yeniden tanımlanan kimlik” kavramını ortaya atmıştır. Ülkemizde ne kadar entel dantel varsa bir iki yıl sonra hep bir ağızdan “kimlik, kimlik!” diye bağırmaya başlamışlardır.

 Huntington’a göre devrimler toplumların geleneksel kimliklerini yeniden tanımlamalarına yol açarak “kararsız ülkeler” yaratmıştır.  Bu ülkeler, içinde bulundukları medeniyeti terk ederek başka bir medeniyete geçmeyi amaçlamışlar fakat bu çabalarında başarısızlığa uğramışlardır. Yeni kimlik edinme, yani devrim girişimi, kurumsal/geleneksel uyum sorunlarına yol açan kesintili ve acılı  süreçlere yol açmıştır. Huntington, Türkiye’nin de “kararsız ülke” olduğunu yazmıştır.

Daha küçük filozoflar, mesela Apokaliptik (kıyametçi) Ortodoks Hıristiyan mistisizminin savunucusu, bugünkü Rusya’yı “Üçüncü Roma” yapmaya çalışan Alexandr Dugin,  SSCB’nin “emperyal millî geleneğin devamcısı” olduğunu öne sürmüştür (Rus Jeopolitiği, Küre 2005, s. 33). 

Yani bunlar diyorlar ki devrim yapmaya çalışmayın, yaptıysanız da vazgeçin; kadim kurumlarınıza ve geleneklerinize bağlı kalın, onları yeni kapitalizme uydurun. Geçmişin ideolojik ve kültürel kafesinden isteseniz de çıkamazsınız, ancak onun içinde varlığınızı sürdürebilirsiniz.  

23  Nisan yazısı yazacaktım fakat yanlış giriş yaptım, konu dağıldı. Aslında yazmaya   gerek yok. Cumhuriyet tarihinde 23 Nisan’ın nasıl kutlandığını ve çocuk bayramı “sorunu”nu, laikliğin yılmaz savunucusu kardeşimiz Mustafa Solak,  Veryansıntv’de yayımlanan “23 Nisan’ın Devrimci Özü” başlıklı yazısında, özü aşırı derecede vurgulamaya çalışırken biçimi biraz ihmal etse de, kusursuz bir kronolojiyle  anlattı.  

Her yeni rejim, eski rejimin kurumlarını, geleneklerini, bayramlarını bir hamlede kökünden söküp atamıyorsa, ufak ufak yontmaya, önemsizleştirmeye, giderek unutturmaya çalışır. Mesela Meclis Başkanı, TBMM’nin 100. açılış yıldönümünde bütün milletvekillerinin meclis binasında toplanmalarını korona bahanesiyle önlemeye çalışmıştır: “Reis-i Cumhur hazretleri teşrif buyurmuyorlar, parti başkanları da teşrif etmezlerse iyi olur, katılım azalır, böylece virüs bulaşacak kimse bulamaz.” Tek kelimeyle, ayıptır, ciddiyetsizliktir! Günümüzde TBMM ne yazık ki milletin değil Saray’ın egemenliğini temsil etmektedir.

Geçen 19 Mayıs’ta   Sayın Reis, Samsun’da kürsüye çıkıp konuşurken, Atatürk İlke ve İnkılâplarına tek bir satır ayırmadı; Cumhuriyet Devrimi’ni Osmanlı mirası içinde eriterek yok etti; bir “Osmanlı paşası” dediği Mustafa Kemal’i Adnan Menderes ve Turgut Özal’la aynı çizgiye yerleştirdi; ve nihayet, 19 Mayıs gençliğinin “Asım’ın nesli” (Fikret’in nesli değil) olduğunu kuvvetle vurguladı. Tütün İskelesi’nde sebilhâne bardağı gibi yanaşık düzen dizilerek “millî birlik ve beraberlik” görüntüsü veren siyasî parti genel başkanlarının hiçbiri bu konuşma üzerine töreni terk etmeyi aklından bile geçirmedi.

Bir de 23 Nisan’ın çocuk bayramı olma özelliğini 12 Eylül darbesiyle birleştirerek aşağılamaya çalışanlar var. “Çocuk bayramı”nı kafanızda Kenan Evren’le birleştireceksiniz, böylece çocukların bayramına tepki geliştireceksiniz. Birleştirmeyeceğiz!  Ben öğretmen ortamında büyüdüm. 1957’den beri 23 Nisan’ın nasıl kutlandığını gördüm; sokaklarda trampet çaldım, avaz avaz şiir okudum; Atatürk’ü, TBMM’yi, Kurtuluş Savaşı’nı daha o zaman öğrendim. Bugünün çocuklarını bu bilinçten yoksun bırakmaya kimsenin hakkı yoktur.

   Millî egemenlik, çoluk çocukla, çiçekle balonla kutlanır mıymış?  Size göre elbette kutlanmaz!   Gelinlik çağına gelmiş 9-10 yaşında kız çocuğu krapon kâğıtlarıyla, çiçeklerle ortalıkta dans edip bayramını kutlamayacak, Kuran kursuna gitmediği zamanlarda evde oturup gergef işleyerek koca bekleyecek!  19 Mayıs törenlerinde de fanilalı delikanlılarla yarı çıplak ergen kızlar zinhar dans etmeyecekler!  Günümüzde en gerici görüşler en radikal devrimci sözlerin arkasına saklanarak pazarlanıyor.

Mustafa Kemal, gelecek kuşaklara hitap eden bir devrimciydi. Sizlere yurttaşlık bilinci, gençlere ve çocuklara ise şahsiyet ve özgürlük aşılamaya çalıştı.

1922’de Bursa’da yanına muhtemelen çiçeklerle, balonlarla, krapon kâğıtlarıyla gelen çocuklara şöyle hitap etmiştir: “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bahtımızın aydınlığısınız. Memleketi asıl aydınlığa gark edecek sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar.”

Bu ülkenin tarihinde 23 Nisan Ulusal Egemenlik  ve Çocuk Bayramı kızların, çocukların kendilerini önemli ve kıymetli hissetmelerini sağlamış ve onlara tarih bilinci aşılamıştır.

23 Nisan’ı çocuklardan, 19 Mayıs’ı genç kızlar ve erkeklerden geri almaya hiç kimsenin gücü kesinlikle yetmeyecektir!  Kendi siyasî ihtiraslarını Saray’ın menfaatleriyle tevhit edenler ne millete ne de Saray’a yaranabilecek, iktidarın ucundan tutmak için Saray’ın balkonuna tırmanmaya çalışırken utanç içinde dağılıp gideceklerdir.

Çocuk dansları, krapon kâğıtları, çiçekler, balonlar “millî devrim”in ciddiyetiyle bağdaşmıyormuş, öyle mi? Mustafa Kemal sizin yazdıklarınızı okusaydı, şöyle derdi: “Şaşarım aklı perişanınıza!”  Veryansıntv, 23. 04. 2020