Yavuz Alogan
Hayatımda iki kez maske taktım.
Birincisi rastlantı sonucuydu. 2013 yılının Haziran ayında yoğun gaz bulutu altında Soysal Pasajı’na sığınmaya çalışırken pasajın çalışanları demir kepengi “lang!” diye indirince can havliyle Kızılay Meydanı’nın ortasına doğru seğirtmiş ve orada gerçeküstü gibi görünen tuhaf bir manzarayla karşılaşmıştım. Çok uzun boylu, iri yarı bir kadın meydanın ortasında Rodos Heykeli gibi durmuş, elindeki Mustafa Kemal’li Türk bayrağını Kültür Devrimi günlerinin Kızıl Muhafızları gibi iki yana savurup havalara kaldırarak meydan okuyordu. Yüzünde bir Vendetta maskesi vardı.
Sisteme başkaldırının sembolü olan bu maske ince bıyıklı, keçi sakallı, pembe yanaklı bir adamı canlandırır. Aslında bu adam isyancı Guy Fawkes’ten başkası değildir. 1590’lı yıllarda paralı asker olarak Hollanda’daki İspanyol lejyonuna katılan bu maceraperest İngiltere’ye döndüğünde yıkıcı Katolik fikirlerin etkisinde kaldı. Aristokrasiden nefret ediyor ve onu yok etmek istiyordu. Yine eski bir asker olan Robert Catesby’nin önderliğinde toplanan grup, Kalvenist Kral I. James’i, bütün sülalesi, Lordları ve Avam Kamarası’yla birlikte havaya uçurmaya karar verdi. Bir tünel kazarak kraliyet sarayının altına muazzam miktarda barut yerleştirdiler. Fakat içlerinde Francis Tresham adında bir hain vardı. Fawkes tek başına tünele girdi, Saray’ın altına kadar ilerledi fakat tam elindeki meşaleyle barutu ateşleyecekti ki yakayı ele verdi.
Onu Kraliyet Sarayı’nın önündeki meydanda astılar. 5 Kasım 1605 gecesi Fawkes meşalelerin aydınlattığı idam sehpasına yüzünde her zamanki şeytanî tebessümüyle çıktı. Cesedi dört parçaya bölünerek teşhir edildi. Saray onu tarihin gelmiş geçmiş en büyük vatan haini ilan etti. İngilizler uzun yıllar boyunca her 5 Kasım gecesi meydanlarda toplanarak suikastın başarısızlığını kutladılar, Fawkes maskeli kuklaları ateşe vererek eğlendiler. Fawkes maskesi zamanla “Vendetta” adını aldı.
Fakat tarihin tekerleği döndü ve 2008 küresel krizi sırasında Anonymous grubunun Scientology tarikatına karşı yaptığı gösteriler sırasında Fawkes’in yüzü, alaycı tebessümüyle bir kez daha sokaklarda belirdi ve sonraki yıllarda Madrid’den Roma’ya, Tokyo’dan Toronto’ya, Varşova’dan İstanbul ve Ankara’ya kadar bütün dünyaya yayıldı. Vendetta maskesi neoliberal kapitalizme karşı isyanın enternasyonal simgesi olmuştu. Devrimciye romantizm gerekir.
Neyse, konuyu dağıtmayalım… Gaz kapsülleri özellikle kadını hedef alıyor fakat Fawkes suretine bürünmüş kadın bayrak sallayarak meydan okumaya devam ediyordu. Onu kurtarmak için ne yapacağımı bilemedim. Kaçmayı da kendime yediremedim, ne de olsa serde delikanlılık var! Kısa bir süre de olsa mecburen kadının arkasına sığınarak kendimi korumaya çalıştığımı burada itiraf etmek zorundayım. Sonunda kadın dayanamadı ve elinde bayrak, uzun bacaklarıyla Sıhhiye istikametinde müthiş bir depara kalktı. Fakat bu arada Vendetta maskesini düşürdü. Maskeyi yerden kaparak peşinden koştuysam da yetişemedim.
Soluklandığım bir an maskeyi yüzüme geçirdim ve birden başka birine, anonim bir savaşçıya dönüştüğümü hissettim. Chuck Russel’ın Maske filminde Jim Carrey’in canlandırdığı uyuz bankacı Stanley Ipkiss’in sihirli maskeyi yüzüne geçirdiği anda olağanüstü yetenekli bir yaratığa dönüşmesini andıran bir değişim geçirdim. Sanki 1848 Devrimleri sırasında “Herr General” Friedrich Engels, Baden-Palatinate ayaklanmasında isyancı topçu birliklerine komuta ediyor. Ya da 1849’da Dresden barikatlarında Mikhael Bakunin yüksek bir yere çıkmış nutuk atarken, hemen yanı başında besteci Richard Wagner, kafasında Löhengrin operasının açılış notaları, Joseph-Pierre Proudhon’un Mülkiyet Nedir? adlı kitabını okuyor ya da Çar’ın ordusundan firar ederek Bolşevikler’e katılan Albay Valden 1917 yılının Ekim ayında Devrimci Askerî Komite’nin emriyle Pulkovo tepelerine topları yerleştiriyor ya da 2 Aralık 1956 günü Granma gemisinden inen vatansever devrimciler işbirlikçi Batista’nın uçaklarından açılan ateş altında Sierra Maestra’ya doğru ilerlerken Ernesto Che Guevara de la Serna: “Dos, Tres, Muchos Vietnam!…”
Neyse, abartmayalım… Şu Korona tecridi benim hayal gücümde bir patlama yarattı. Yazıyı buraya kadar okuyabildiyseniz katlanacaksınız artık, bitmesine az kaldı…
Özetle, 2013 yılının o Haziran gününde Vendetta maskesi bana iyi gelmişti.
İkinci maske olayım geçen pazar günü gerçekleşti. Yüzüme bir cerrahi maske takarak alışveriş maksadıyla sokağa çıktım. İnsan tırsıyor ister istemez. Sokaklar bomboş. Nadiren birine rastlasanız size kuşku dolu gözlerle bakıp uzağınızdan geçmeye çalışıyor. Kendinizi virüs gibi, yağ kaplı küçük bir molekül gibi hissediyorsunuz. Maskesizler de “Adama bak la, korkmuş da maske takmış” der gibi alaycı bakıp üstünüze üstünüze geliyorlar sanki… Üstelik maske rahatsız edici. Her nefes verişinizde gözlük camlarınız buğulanıyor, önünüzü zor görüyorsunuz.
Zaten zor zamanlar. Bir de üstüne maske! Bu arada gençler telefon edip “Ağbi, kritik yaştasın dikkatli ol, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordukça, insan hakikaten çok yaşlı olduğunu hatırlayıp pedala kuvvet boş sokaklarda koşturarak kendisine aksini ispatlamaya çalışıyor.
Ayrıca camilerin bangır bangır bağıran hoparlörlerinden günde üç kez yükselen duaları ve ilahileri evin içinde işittikçe insanın içine kasvet basıyor. Bu dua ve dinî telkinlerin Ankara halkına, özellikle ahretten ziyade dünyayı düşünen, eğitim öğretim görmüş, laikliği içselleştirmiş Çankaya ahalisine huzur ve tevekkül verdiğini pek sanmıyorum. Mesela bana bir Cumhuriyet öğretmeni olan annemin gençliğinde tanık olduğu bir manzarayı hatırlatıyor: Büyük Adapazarı Depremi’nden (1943) hemen sonra, sarıklı cübbeli imamların önderliğinde topluca dua okuyup ilahi söyleyerek şehrin sokaklarında dolaşan ölü yıkayıcıları! Rahmetli iyi ki bu günleri görmedi, bu kez “laik Cumhuriyet elden gidiyor” diye kahrından ölürdü.
Aslında maske değil de şnorkel takmak çok daha mantıklı. Uzun yıllar zıpkınla balık avlamış biri olarak söylüyorum. Burnunuzu ve ağzınızı tamamen tecrit etmeniz ancak şnorkelle mümkün olabilir. Ayrıca virüsün ulaşamayacağı bir mesafeye yükselen hava borusuyla rahatça soluk alabilirsiniz. Ekranlarda sürekli merasim geçidi yapan profesör hekimlerin bunu nasıl akıl edemediklerini bilemiyorum doğrusu.
Profesör hekimler demişken, bunların televizyona çıkışını derhal durdurmak gerekir. Kısa sürede aşırı bilgilendirme cehaleti artırır. Sürekli nasıl korunacağımızı anlatan bu fedakâr insanlar peş peşe “korona pozitif” çıkıyorlar, insanın morali bozuluyor. Ayrıca söyledikleri birbiriyle çelişiyor. Virüs havada asılı durup yolumuzu mu gözlüyor; hapşırdığımızda havada sekiz metreyi mütecaviz bir mesafe katederek mi bize tecavüz ediyor, yoksa bir metre sonra yere düşüp ayakkabımızın tabanına yapışarak ev ortamına kavuşmayı mı bekliyor; molekül, mide asidinde eriyor mu, yoksa yoluna devam ederek böbrekleri ve karaciğeri mi istila ediyor? Burnumuzun içindeki A2 reseptöründen niye elimizde, kulağımızda yok mesela. Virüs beynimizdeki oksijeni beğenmiyor mu? Bütün bilgiler yetersiz ve çelişkili. Küresel veriler dikkate alındığında, verdiği vaka sayısı ile kayıp sayısı arasındaki çelişkiyi açıklamaktan dikkatle kaçındığı görülen Sağlık Bakanı’nın, televizyonların ekrana hekim çıkarma yarışını acilen bitirmesini bekliyoruz.
Onun yerine televizyonlar şarkılar, türküler, oyun havaları, tiyatro ve opera eserleri yayımlasalar daha iyi olur. TRT Arşivi’nin çok zengin olduğunu biliyorum. Arşivleri açsalar da, 1970’lerden kalma eğlence programları izlesek; Münir Nurettin, Joan Baez, Müzeyyen Senar, Bob Dylan, Zeki Müren, Elvis Presley, Emel Sayın, Paul Anka, Ertan Anapa, Connie Francis şarkıları dinlesek… Dünya kapitalizminin gözden çıkardığı bizim gibi insanlara, dünyanın en güzel son zamanlarını yaşamış ve idrak etmiş olan 65 yaş üstü moruklara, şu kasvetli günlerde son bir teselliyi çok görmezler herhalde.
Şaka bir yana, bendeniz Saray’ın bu virüs felaketini giderek Allah’ın bir lütfu gibi görmeye başladığından kuşkulanıyorum. 2023 hedefleri için yağ kaplı molekül bile kullanışlı bir araç olabilir. Saray’ın Tekâlif-i Milliye diyerek yüzüne taktığı yarım Mustafa Kemal maskesinin arkasındaki soğuk gerçeğin ne olduğunu asla unutmayalım. Sayın Reis’in son konuşmasını “tarihî ve devrimci bir konuşma” olarak görenlerin tarihin ne kadar acımasız, her günün akşamlı ve bütün dünya işlerinin inişli çıkışlı olduğunu hatırlamaları, kendi siyasî menfaatlerini karşıdevrimle tevhit edenleri nasıl bir akıbetin beklediğini bilmeleri gerekir. Devrimcilik bu kadar mı ucuzladı? Devrimcilik Saray’a kadar düştü mü? Çıkmaz yola girerek ipin ucunu kaçıran önderin durumu üzücüdür; onu uyarmak partili partisiz herkesin görevidir!
Saray hükümeti Korona karşısında aldığı bilimsel tutumu, din sosyolojisi ve psikolojisiyle uğraşacak bir Toplum Bilimleri Kurulu’yla dengelemek istedi. Bu kurulun AKP’nin özenle kurmaya çalıştığı ideolojik hegemonyanın yeni bir âleti olarak kullanılacağı açıktır. Hep birlikte göreceğiz… Kriz karşısında Saray, bilimi dinin karşısına koymaktan kaçınarak tarikat ve cemaat tabanını sağlam tutmaya, halktan aldığını bizzat yarattığı zenginler sınıfına yedirerek ayakta kalmaya çalışacaktır. Fakat aşırı basınç verildiğinde patlamayan kazan dünyanın hiçbir yerinde henüz icat edilmemiştir.
Biz kendi işimize bakalım. Gündelik hayatın zorluklarını aşmak için iletişim ağımızı genişletelim; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti için örgütlenelim. Cumhuriyetimizin elde kalan son kazanımlarını da kaybetmek üzereyiz. Karanlık bir diktatörlüğün eşiğinde duruyoruz. Herkesin yüzündeki maskeyi çıkararak gerçek yüzüyle görüneceği bir zamana yaklaşıyoruz. Veryansıntv, 10. 04. 2020