VİRÜSE VE SERBEST PİYASAYA KARŞI

Yavuz Alogan

                Ülkemizde koronavirüse karşı verilen mücadelenin en trajik yanı siyasî iktidarın cehaletle mücadele etmek zorunda kalmasıdır.

Sağlık Bakanı ilk açıklamasında şöyle dedi: “Biz sorunu siyasal dille, siyasal bir içerikle ele almadık. Bilimsel bir yöntemle ilerledik. Bilimsel veriler doğrultusunda karar verdik.” Çok güzel!

Diyanet İşleri Başkanı da fetva vererek, temizlikte alkol kullanmanın caiz olduğunu ilan etti. Camilerde kitlesel ibadeti elbette yasaklamadılar fakat “evlerinizde kılsanız daha caiz olur” şeklinde  başladılarsa da sonunda camide vakit namazını ve Cuma selâsını durdurmak zorunda kaldılar.

Bu tutumun en yobaz kitlede bir infial yaratması kaçınılmazdır. “En yobaz” derken, laikliği kâfirlik gibi gören, İslam şeriatının hayatın her alanında geçerli olduğunu iddia eden cemaat ve tarikat erbâbını kastediyorum.

Bir grup mümin Şanlıurfa’da cami önünde toplandı. İçlerinden biri şöyle dedi: “Allah cemaatle namazı emretmişse, korona değil, koronanın hası gelsin, biz inşallah cemaatle camiye devam edeceğiz. Allah’ın takdiri, sebeplerle veya tedbirlerle bozulmaz. Diyanet işlerinin kendi şahsi fetvasıdır, biz kesinlikle uymayacağız.” Nüfusun yüzdesi olarak küçük olmakla birlikte örgütlü bir kesimin bu yaklaşımı benimsediğini tahmin edebiliriz.

Konya’da umreden dönen hacılar karantinaya alındıkları Tahir Büyükkörükçü Yurdu’nda isyan ederek firar teşebbüsünde bulundular. Polisle çatıştıkları, içlerinden bazılarının korona diye bir şeyin olmadığını kanıtlamak, belki de bulaştırmak için polise tükürdükleri görüldü.

Bu sadece bize özgü değil.  ABD, Arkansas’daki İkinci Vaftiz Kilisesi’nin başkanı olan Pastör (vaiz papaz)  koronavirüsün liberaller tarafından uydurulduğunu, cemaatinin bu palavrayı açığa çıkarmak için kilisenin “zeminini yalayacağını” duyurdu.

Demek ki bütün dünyada koronavirüs dinî taassup ile bilimi karşı karşıya getirdi.  Bunu gelecek için umut veren, olumlu bir gelişme olarak kaydetmek durumundayız. 

Yine koronavirüs   2008’de başlayan ve  finans oyunlarından beslenen küresel  burjuvazinin  tasfiyesini gerektirdiği için çaresi bulunamayan küresel mali krizi ağırlaştırdı; ticaret ve ulaşımı etkileyerek, mal ve hizmet talebini daraltarak tam bir durgunluk (resesyon) yarattı; yeni bir “sermaye birikim modeli” arayışını hızlandırdı. Korona karşısında devletler kamu ağırlıklı bir tür neo-Keynesyen  iktisadî modeli  kucaklarında buldular. Mesela Macron gibi fena halde neoliberal bir şahsiyet, ölü sayısının 300-500 000 arasında olacağına dair bir raporu okuduktan sonra, serbest piyasayı devlet denetimine alan sert önlemlere başvurdu; İspanya’da   hükümet özel hastanelere el koydu. 

Demek ki koronavirüs Devlet ile serbest piyasayı karşı karşıya getirdi.

Ekonomik durgunluğu, sosyal durgunluk izledi. Ülkeler karşılıklı olarak sınırlarını kapattılar; sokağa çıkma ve toplanma yasağı ilan edildi; askerler sokaklarda devriye gezmeye başladı. Avrupa Birliği’nin kriz anlarında dağıldığı, tekil ülkelerin kendi kaynakları ve imkânlarıyla yetinmek zorunda kaldıkları görüldü.

Şimdi burada durup, “Şu sosyalistler ne kadar aptallar, yaprak kımıldasa kapitalizm çökecek sanıyorlar, ha ha ha!” diyen zevzeklere   birkaç şey söylemek isterim.

 Geçmişte sosyalist düşüncenin ve reel sosyalist ülkelerin varlığı kapitalizmi ehlileştirdi, terbiye etti.  Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde 19. yüzyılın başındaki vahşi kapitalizmden eser kalmamıştı. Emekçi sınıfların kazanımları kapitalist ve reel sosyalist ülkelerden oluşan iki blok arasında rekabet konusuydu; güçlü sendikalar, özlük hakları, emeklilik imkânları dünya burjuvazisinin  örgütlü işçi sınıfından duyduğu korku sayesinde gelişti. Yine bu korku sayesinde orta sınıf genişledi, burjuvazi bile makul ölçülerde “âdil bölüşüm ilkesi”ni kabul etti.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal demokrasinin burjuvaziyle izdivacı “refah devleti” anlayışını doğurdu. Burjuvazi ekonomiyi sürekli büyüterek kârları artırmanın, servet ve gelir eşitsizliğinde makası sürekli açmanın tehlikeli olduğunu anladı. “Toplumsal kalkınma”, “refahın tabana yayılması”, yanı sıra insanların eğitim, sağlık, güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyordu. Aksi halde “kaos/anarşi” çıkar, siyasi grevler olur, ipin ucu kaçarsa işçi sınıfı isyan eder, maazallah komünizm hayaleti ufukta belirirdi.

Duvar’ın yıkıldığı 1989 yılından sonra dünyanın hiçbir yerinde  netice alan tek bir genel grev, hatta politik grev görülmedi. Sendikalar mafyalaşarak küçüldü; dünyanın her yerine ucuz emek arayışıyla dağılan sermaye, işçi sınıfını etkisiz küçük gruplara böldü. Dördüncü sanayi devriminin getirdiği dijitalleşme ve otomasyon süreci kapitalizmin merkez ülkelerinde işgücü ihtiyacını azalttı, yedek sanayi ordusunu büyüttü. Orta sınıf dağılmaya; hekimler, mühendisler, avukatlar büyük şirketlerin paralı kölesi olamadılarsa proleterleşmeye, itilip kakılmaya, haklarını kaybetmeye başladılar.

“Prekarya” denilen huzursuz kitle böylece oluştu. İngilizce “precarious” (güvencesiz) ve “proletariat” sözcüklerinden türetilen bu terim, “mesleki kimlikleri tanımlayan ahlaki ya da davranışsal yükümlülükler gösterme zorunluluğu”nu kaybeden (Standing 2017, s. 29); iş güvencesizliği ve borçlanma imkânı nedeniyle “evlerini kayan kum üzerinde” inşa etmeye çalışan (Bauman 2017, s. 29) yeni bir kitleyi işaret etmektedir. Proletaryayı da içeren prekarya, giderek genişleyen, siyasî davranışları öngörülemeyen tehlikeli bir halk topluluğu olarak bütün ülkelerde hayalet gibi belirmiş ve daha şimdiden tarih sahnesinde yerini almıştır.

 Neoliberal kapitalizm devleti saf anlamda bir baskı gücüne, sermayenin bekçiliğine indirgedikçe  prekarya kitle hâlinde sokaklara çıkıp itiraz etmeye başladı.  “Devlet bana parasız sağlık, parasız eğitim ve güvenlik sağlamıyor, beni piyasanın insafına terk ediyor, üstelik beni sürekli soyup soğana çeviriyorsa, ben  ona niye itaat edeyim,”  diyen bu insanlar son tahlilde sosyal hukuk devleti ve refahtan daha fazla pay, yani adalet ve eşitlik istemektedir. Kapitalizmi yeniden ehlileştirecek ya da çökertecek olan, bu kitlenin mücadelesi ve yıkım gücüdür.

Bu yıkım gücünün adil, eşitlikçi, sosyalizan bir topluma evrileceği garanti değildir. Tekil ülkelerde yükselen devrimci potansiyel düpedüz faşizme de evrilebilir. Her şey kitlenin içinden çıkacak önderliğin gücüne, kitlelerin son tahlilde benimseyeceği programın niteliğine bağlıdır. Mali piyasaların çöküşü ve küresel afetler elbette tek başına kapitalizmi çökertmez; ancak bunlar süreci hızlandıracaktır. 1840’ların, 1920’lerin, 1930’ların devrimci metinleri sorunlarınızı çözmez, kendi kafanızla somut durumu her evrede yeniden tahlil ederek düşünecek, saplantılı fikirlerden ve şablonlardan uzak duracak, düşünüyorum diye hayal kurmayacaksınız.

Şimdi tekrar ülkemize ve virüsümüze dönecek olursak, biz Türkler hayat tarzı bakımından Orta ve Kuzey Avrupalılara ya da Çinlilere değil, daha çok İtalyanlara ve İranlılara benzeriz. Akdenizli ve Ortadoğuluyuz. Bu nedenle virüs karşısında İtalya ve İran’la  aynı akıbete uğramamız çok yüksek bir olasılıktır.

Sağlık Bakanı’nın açıklamaları, halkı kısmen bilgilendirerek paniği önleme çabaları olumludur. Umreden dönen yurttaşlarımızın denetimden kaçması dışında büyük bir hata yapmadılar.  Ancak Sayın Reis’in  Çankaya Köşkü’nde yaptığı konuşmadan, Saray’ın alttan alta “sürü bağışıklığı” görüşünde karar kıldığını anlıyoruz. Konuşmanın önceden Maliye Bakanı tarafından “ekonomik önlem paketi” olarak hazırlandığını da anlıyoruz, çünkü korona önlemleri paketin üzerinde bir yama gibi duruyor.

Programın toplam hedefleri iki maddede özetlenebilir: AKP’nin oluşturduğu yeni zengin sınıfın çıkarlarını güvence altına almak ve para basıp dağıtarak halkı susturmak. Onun dışında, elleri sabun ve suyla yıkamak, yaşlılara kolonya ve maske yardımı yapmak vs… Rahat görünme çabasıyla işi laubaliliğe vurarak ATO Başkanı’na “Keyfin yerine geldi mi?” diye seslenip gülüşmeler… Cumhuriyet tarihinde benzer koşullarda böyle bir manzara görülmemiştir. Orta vadeli sonuçları bakımından paket geniş halk kitleleri için bir felaket, yoksullar, yaşlılar ve emekçiler için ölüm, AKP tabanı için kısmî bir kurtarma programıdır ve kapitalizmin değilse de AKP’nin çöküşünü hızlandıracaktır.

Bütün özel hastanelere el konulması, Dr. Refik Saydam Hıfzıssıha Enstitüsü’nün olağanüstü yetkilerle donatılarak açılması, Cumhuriyet’in ilk hekim ve öğretmen kadrolarının sıtma, tüberküloz ve trahomla mücadele ettikleri gibi mücadele edilmesi gerekir. Başta enerji sektörü olmak üzere kilit sektörler kamulaştırılmalı, gıda üretim ve dağıtım sistemi denetim altına alınmalıdır.

 Kısa vadede bütün ülkede sıkıyönetim ve kısmî sokağa çıkma yasağı ilan edilmeli; depolarda küflenmediyse ya da satılmadıysa askeriyenin  sahra hastaneleri ve seyyar mutfakları ihtiyaç olan yerlerde kurulmalı, gerektiğinde bölge ya da semtlere tam karantina uygulanmalıdır.  Sert önlemlerin alınmadığı süre içinde yapılan hataların bedeli çok daha sert önlemlerle ödenir.  AKP’nin kurduğu siyasî rejim, benimsediği yönetim tarzı, ideolojik aygıtları ve kadroları bütün ülkede disiplini sağlayacak güce, imkân ve kabiliyete sahip değildir. Veryansıntv, 20. 03. 2020