MAHŞERİN DÖRT ATLISI

Yavuz Alogan

         Bir sorunun varlığını ancak ortaya çıktığı zaman fark ederiz.   Farkındalığın gecikme süresi sorunu ele alma yöntemini belirler.   Fazla gecikirse, sorun denetimden çıkar; daha radikal önlemler almak gerekir. Ancak erken fark edip denetim altına aldığınız sorunu evreler hâlinde ve daha ılımlı yöntemlerle çözebilirsiniz.

         Yaptırım gücünün tamamını elinde tutan iktidar, ortaya çıkan her sorundan yararlanmaya, onu fırsata çevirmeye, kendi çıkarlarına uyarlayarak yönlendirmeye çalışır. Yapısının bir gereği olarak böyle yapar. Doğal afetler, savaş ve salgın hastalıklar totaliter rejimlerde yönetimin daha da merkezileşmesini, toplumun daha sıkı denetlenmesini sağlar, her türlü muhalefeti ve eleştiriyi zorlaştırır, hatta yok eder.

         En kolay yönetilen toplum sıkıyönetim, olağanüstü hâl ve karantina toplumudur. Kolonya kuyruğunda bekleyen ya da makarna bulgur pirinç toplamaya çalışan insanın, son tahlilde, başındaki yönetime güvenmekten, merkez medyanın her dediğine inanmaktan ve yönergelere itaat etmekten başka çaresi yoktur. Halkın çaresizliği yaptırım gücünün tamamını elinde tutan iktidarın en büyük güvencesidir.  Yeni bir sayfa açmasını, imajını yeniden düzenlemesini sağlar; kusurlarını, ihanetlerini, yolsuzluklarını unutturur; çıktığı kürsüden kendisini çılgınca alkışlayan kalabalıklara mağrur bir tebessümle makarna bulgur ve çay paketleri fırlatır.

Fakat öte yanda, hükümetin icraatını denetleyen anayasal kurumların, toplumun içinde tabana yayılmış örgütlü baskı gruplarının olduğu yerde, siyasî iktidarın sorunları fırsat olarak görme, onları kendi çıkarlarına uyarlama imkânı azalır. Gerçekleri halktan saklayamaz, sorunu çözerken hiçbir kör nokta bırakamaz ve üzerine düşen sorumluluğu uzmanlarla ve siyasî toplumun bütünüyle paylaşmak zorunda kalır. Aksi hâlde kendisinden hesap sorulacağını, yerinde kalamayacağını bilir. Bu durum, halkın yönetime olan güvenini ve yönergelere itaatini haklı çıkarır, karşılıklı bir meşruiyet ilişkisi yaratır. Burada artık çaresizlik duygusu yoktur, sorunun çözümüne bilinçli katılım arzusu vardır. 

Elbette bu sonuncusu en mükemmel durumdur. Paranın, enerji hammaddelerinin, silahların ve virüslerin sınırları aşarak dünyanın her yerine girip çıktığı, sınırlarda ölüme terk edilen mültecilerin kurşunlandığı, en gerici ideolojilerin en uygar geçinen ülkelerde hortladığı, proletaryanın giderek genişleyen bir prekarya içinde küçülüp yerelleştiği, burjuvazinin ulus-devletle bağını kopararak küreselleştiği, en vahşi kapitalizmin kışkırttığı boş bir tüketim  kültürünün hüküm sürdüğü, her yeri giderek birbirine benzeyen, cehaletin dibini bulmuş bir dünyada  mükemmel ve saydam bir demokratik rejim tasarlamak  hayal gücünün sınırlarını zorlamayı gerektirir.

Corona salgını krizler içinde debelenen neoliberal kapitalizmin ve vekâlet savaşlarının yarattığı felaketlerin üzerine tüy dikti. Yayılma hızına ve süresine bağlı olarak salgın, ticareti ve turizmi etkileyerek kapitalist sistemin krizini derinleştirecek, çöküşünü hızlandıracak; parasız sağlık, güvenlik ve eğitim taleplerini yükseltecek, iktisadi planlama düşüncesini güçlendirecek.

Bu arada hangi dinden olurlarsa olsunlar dünyanın bütün müminleri salgın alâmetindeki kerâmeti tefsir etmeye çalışacaklar. Daha şimdiden salgını bir Kıyamet (Apokalips) alâmeti olarak yorumlamaya başladılar. 

Hıristiyanlara göre yedinci mühür açıldı ve mahşerin dört atlısı ortaya çıktı: savaş, kıtlık, salgın hastalıklar ve ölüm. Ardından, Kıyamet!

Müslümanlara göre,  Dâbbetü’l-Arz   nihayet yerden, arzın derinliklerinden çıktı.  Canlı bir varlık olduğu iddia edilen Dâbbe’nin nasıl bir şey olduğu açıklanmamış olmakla birlikte, bu şeyin kâfirleri rezil-i rüsvâ etmekle, Kitap’tan yüz çeviren bedbahtları son kez ikaz etmekle görevli virüs gibi bir şey olduğu anlaşılıyor. Yerden çıkıyor, bizi uyarıyor ve ardından Kıyamet!

Bunları kafamdan uydurmuyorum.  Böyle şeyler batıda ve bizim ülkemizde ciddî biçimde tartışılıyor, gazete makalelerine konu oluyor.

Elbette daha dünyevî yorumlar da var. Bazılarına göre ABD, Çin’i madara etmek için virüsü icat edip Wuhan’daki balık pazarına yerleştirdi.  Dünya Ordu Oyunları münasebetiyle Wuhan’a giden 300 Amerikan Coni’sinden birinin Çinli jandarmaların bir anlık dalgınlığından istifade ederek balıkların ve yarasaların üzerine çaktırmadan virüsü damlattığı iddia ediliyor.  Biyologlar tarafından yalanlanmış olsa da bu teori, “algı operasyonu yapıyorlar” gibisine alengirli ve belirsiz yorumlarla yarışarak hızla yayılıyor. Gerçekle alakası yok.  Virüs tanesini mikroskopla inceleyen sağlam bir biyolog onun kasten imal edildiğini ya da bilinçli biçimde mutasyona uğratıldığını, yani üzerinde bir laboratuvar izi olduğunu bir bakışta anlayabiliyormuş.

Bu ilâhi ve dünyevî iddiaların hiçbirine katılmıyorum.  Bence  doğa,  hayvanları, bitkileri, ormanları, denizleri ve gölleri hunharca kirletip yok eden insan türünün büyükçe bir bölümünü depremler ve virüsler aracılığıyla tasfiye ederek kendince bir nüfus planlaması, bir tür temizlik  yapmaya, böylece   dengesini  korumaya çalışıyor.

Bir an için 1789 Fransız Devrimi’nin o muazzam tantanasını düşünelim. O sırada dünya nüfusu bir milyara yakındı. Napoleon Savaşları sırasında, ardından Marx’ın  Das Kapital’i yazdığı sıralarda  sadece birkaç yüz milyon arttı. Ekim Devrimi ve Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı sırada 1 milyar 860 milyon kadardı. Günümüzde 8,3 milyar. 2050’de 12 milyar olacak. Çoğal, çoğal nereye kadar?

Nüfus bilimci ve iktisatçı Thomas R. Malthus 19. yüzyılın başında mealen “Arkadaşlar, gıda maddeleri aritmetik olarak artarken geometrik sıçramalarla çoğalırsanız sonunda birbirinizi yersiniz” dediyse de dikkate alan olmadı. Nüfus planlamasını, makul bir servet ve gelir bölüşümünü, planlı ekonomiyi beceremeyen, doğaya hükmedeceğim diye kendi hayat alanını tahrip eden insanlık şimdi doğal afetler ve salgın hastalıklar biçiminde bir düzenlemeye maruz kalıyor.  Ellerinizi sık sık sabun ve suyla güzelce yıkayın, yüzünüze kolonya sürüp ferahlayın ve öleceğiz diye telaş etmeyin…  Tarihe ve tabiat anamıza kulak verin, size bir şey söylüyor.

Mahşerin dört atlısına gelince, günümüzde şu şekilde sıralanıyor: çok uluslu şirketler, silahlanma, küresel ısınma ve salgın hastalıklar. Dâbbe ise bizi büyük bir altüst oluşla tehdit ederek uyarıyor olmalı.  

Bu mitolojik simgeleri Kıyamet habercisi olarak görmekte sakınca yok.  Fakat asıl Kıyamet başka şekilde kopacak.  Asya’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya kadar dünyanın bütün ezilenleri; yoksullar, işsizler ve güvencesizler evreler hâlinde örgütlenmeyi yeniden öğrenip vahşi kapitalizme karşı harekete geçtiğinde, işte o zaman Kıyamet’in nasıl bir şey olduğunu göreceksiniz. 

Aydınlanma’nın filozofu Immanuel Kant’ın dediği gibi, ya insanlık “aklını kullanmaya cesaret edecek,” eşitlikçi, kültürel, özgür bir dünya kuracak ya da doğa, sırtındaki insan yükünü atarak hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edecek. Son perdede insanlık Shakespeare’in Julius Sezar trajedisindeki Titinius karakterinin şu sözlerini mırıldanacak: “The sun  of Rome is set / Our days are gone / Clouds, dews and dangers come / Our deeds are done” (Roma’nın güneşi battı / Devrimiz geçti / Bulutlar, ıslak bir gece serinliği ve tehlikeli olaylar geliyor / Yapabileceğimiz bir şey kalmadı).  Veryansıntv, 13.03.2020