DEVLETİN DİLİ

Yavuz Alogan

         Diplomasi incelik ve derinlik gerektirir. Önemli devlet adamları yurtdışı resmî seyahatlere çıkarken kısa bir eğitimden geçerler. Gidecekleri ülkenin dilinde birkaç basit laf söylemeyi ve söyleneni anlamayı öğrenirler: teşekkür ederim ekselans, iyi günler majesteleri, yolculuğumuz iyi geçti, hanımefendi nasıllar vs. gibi.

         Dil özellikle önemlidir. Hiç unutmam, Demirel uzun bir aradan sonra, 1991’de   başbakan olduğunda, ABD’ye gitmeden önce oradan   henüz dönmüş öğrencilerle ingilizce sohbet toplantıları yapmıştı. Konuşma dilinin canlı olduğunu, sürekli değiştiğini, kendi dil becerilerinin eskidiğini biliyordu.

         Diplomatlar önemli devlet adamının ziyarete gittiği ülkede skandal yaratacak potlar kırmaması için özel bir gayret gösterirler. Bu gayrette tarih bilgisi ve diplomatik nezaket kuralları önemli rol oynar.  Mesela Reis, Ukrayna’ya giderken tören kıtasını “Slava Ukraine!” diye selamlamaması için uyarılmalıydı. Bunun bir slogan olduğu, Nazi işbirlikçisi katil Stepan Bandera tarafından II. Dünya Savaşı sırasında kullanıldığı ve Rusların buna çok bozuldukları kendisine anlatılmalıydı. Yine kendisine Rusya’yla Türkiye arasındaki ilişkilerin sağlam tutulması gerektiği, bu yüzden resmî demeçlerinde Kırım’ın ilhakı ve Kırım Tatarları gibi netameli konularda “düşük profil” vermesinin isabetli olacağı hatırlatılmalıydı.

         Pakistan’dan destek bekliyoruz ve ticarî ilişkiler geliştirmek istiyoruz. Çok güzel. Fakat oraya gidip, “Çanakkale savaşı bizim için neyse, Keşmir mücadelesi de Pakistan için odur!” diye höykürdüğünüzde Pakistanlılar belki memnun olurlar fakat büyük bir güç olan Hindistan hop oturup hop kalkar, Yeni Delhi’deki büyükelçimizi Dışişleri Bakanlığı’na çağırıp fırçalarlar.

         Kriz zamanlarında kullanılan dil özellikle önemlidir. Büyük devlet adamlarının böyle zamanlarda söyledikleri her söz dost düşman bütün ülkeler tarafından dikkatle değerlendirilir. Sizin zihninizi okurlar, aklınızdan geçenleri anlarlar ve dikkatle kaydederler.

         Göçmen hareketini engellemek için İdlib’de askerî harekât yapıyorsunuz. Fakat bunu yaparken Diyanet’in emriyle sabah namazında bütün camilerde Fetih Suresi okutuyorsunuz.  Amerikan mühimmatıyla Suriye’yi fethe çıkıyormuş gibi bir hava yaratıyorsunuz. İdlib’in Çanakkale gibi bir vatan toprağı olduğunu iddia ediyorsunuz. Cumhurbaşkanı sıfatıyla partinizin grup toplantısında konuşurken, “Bölgede 100 yıl önce eksik bırakılan noktada duruyoruz” diyerek Lozan Antlaşması’ndan memnun olmadığınızı ortaya koyuyorsunuz.

         Öyle sözler söylüyorsunuz ki sizi duyan Osmanlı İmparatorluğu’nun son Meclis-i Mebusanı’nın 28 Ocak 1920 günü kabul ettiği Misak-ı Millî sınırlarını meşru kabul ettiğinizi düşünüyor.  Mebusan Meclisi’nin Ahd-ı Millî denilen altı maddelik bildirisinde her ne kadar Wilson Prensipleri’nin 5. Maddesi’ne istinaden “Arap topraklarının geleceği burada yaşayan halkın vereceği oylar ile belirlenmelidir” denilmişse de bunu dikkate almadığınız, zor kullanarak, askerî güçle   Türkiye’nin güney sınırlarında fethe girişmek gibi bir düşünceye kapıldığınız, zihninizden böyle şeylerin geçtiği anlaşılıyor.

         İnsan ister istemez Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı  harekâtlarının PKK/PYD’yi tasfiye etmenin, “Kürt Koridoru”nu kesmenin yanı sıra, esas olarak bölgesel fetih için dayanak noktaları oluşturma (köprü başı tutma) amacına yönelik olduğu gibi tuhaf düşüncelere kapılıyor.

         Pot kırdığınızı anlayıp duracak yerde bahsi yükseltiyorsunuz.  Taş üstünde taş omuz üstünde baş kalmayıncaya kadar gideceğinizi söyleyerek Şam’a kadar gidip Esad’ın başına çuval geçirmekle yetinmeyeceğinizi, bütün bölgeye nizâm-ı âlem getireceğinizi imâ eden sözlerle taraftarınızı kışkırtıyorsunuz. Taraftarınız heyecana kapılıp mehtere kuvvet vererek coşup taşarken, normal yurttaş dehşete kapılıyor. Hücuma kalkmak üzere olan bir takım komutanının askerlerini motive etmek için yapacağı ajitasyonu seksen milyona yapıyor, bütün dünyaya duyuruyorsunuz.

         Konuşma dilinde bir devlet aklı ve mantığı olmalı. “Buraları eskiden hep bostandı” der gibi, “bütün buraları aslında Memâlik-i şahânenin mülküdür” anlamına gelecek sözler söylemek doğru değildir. Civcivlerin yemesi için ufak ufak atmak gerekir. Çok yüksekten ve büyük büyük atarsanız attıklarınızı havada kapıp size yedirirler.   “Sen adam değilsin… İdlib’in iblisi” gibi sözler Devlet’in dili olamaz. Mezhepçi kabile gazâbını açığa vuran hezeyanlar olarak belleklere yerleşir.

         Harekâtın icrasında da tuhaflık var. Biz üniformalı genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını savaş zamanında ordunun başında görmeye alışmış bir milletiz. Komuta odasında sivil bir bakanın generallere emir vermesini tuhaf karşılarız.  Her ne kadar Sayın Millî Savunma Bakanı CNN’e verdiği röportajda Cumhurbaşkanı, bakanlar, kurumlar, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanlıkları ve ona göre hiyerarşik bir yapı içinde gayet mükemmel bir ilişkileri olduğunu, modern bir hukuk devletindeki asker-sivil ilişkilerinden bir farkları olmadığını anlattıysa da her ülkenin askerî gelenek, görenek ve hiyerarşik yapısı farklıdır ve tarihseldir.

         Neyse, konuyu dağıtmayalım. Savaş zamanında Devlet dilinin biraz kapalı olması da gerekir. Fazla konuşmadan ne yapacaksan yaparsın. İdlib’i almazsak Antep’i kaybederiz gibi sözlerle bilinç altınızı açığa vurmayacaksınız. Kahvehâne sohbeti üslubuyla konuşmayacaksınız. Putin mesela “Lan ben sizin…” diye başlayan konuşmalar yapıyor mu?  “Sayın Trump sordu, Putin İdlib’de ne arıyor diye… Ben de ona dedim ki…” diye gülüşmeyeceksiniz mesela. Ayıptır…  Suriye Arap Cumhuriyeti’nin lideri Beşar Esat “Zalimin başını koparacağız, Hatay’daki Habib-i Neccar camii şerifinde cumayı edâ edeceğiz” gibi sözler söylese hoşunuza gider mi? Adamcağızın benim saptayabildiğim en sert sözü şudur: “Başımıza ne geldiyse Türkiye’nin izlediği politikalar yüzünden geldi.” Yine savaş zamanında Meclis’te milletvekili dövdürmek, muhalefete “alçaksınız, namussuz ve şerefsizsiniz” diye höykürmek zaten bölünmüş olan iç cepheyi iyice daraltır, düşmanlarınızın bıyık altından gülmesine yol açar.

         Avrupa’nın en büyük korkusu olan göçmen sorununu bir enstrüman gibi kullanmak maksadıyla sınır kapılarını açtıktan sonra, “Atina’yı ve Avrupa’yı İdlib’e bağladık” diyerek, giriştiğiniz askerî harekâta Avrupa’nın mecburen destek olacağı gibi çocuksu hayallere kapıldığınızı, gerçeklikten tamamen kopmuş olduğunuzu bütün dünyaya   göstermeyeceksiniz.

         Bunca esip gürlemenin ardından Moskova’da biraz mahcup ve aşırı empatik bir tutumla (sakinleştirici verdiler herhalde!) ateş-kes istemek ve “Ortamı yumuşatalım” demek nasıl bir askerî ve diplomatik dehânın tecellisidir?  “Rejim”in Soçi mutabakat sınırlarına çekilmesinden, 35 km’lik tampon bölgeden hemen vazgeçtik. Suriye’yi fethetmeyeceğiz, çok güzel.  Fetih yerine M4 Karayolu’nun kuzeyinde ve güneyinde Ruslarla devriye atarak 6. km derinliğinde güvenlik koridoru tesis edeceğiz. Anlaşılan, o bölgede Ruslarla birlikte doğal müttefikimiz gibi duran HTŞ vahşilerini tasfiye edeceğiz.  “Rejim”in ne yapacağı, Fırat doğusundaki bölgenin ne olacağı, Suriye’nin toprak bütünlüğünün nasıl sağlanacağı, ateş-kesin   süresi belli değil.  Bizi kucağına oturtmaya çalışan alçak Yankee’nin ve “Hain Albion”un (İngiltere)  bölgenin tezgâhında nasıl bir fitne  fesat dokuduğunu da bilmiyoruz, hepsiyle iş tutmaya devam ediyoruz. Sayın Reis Moskova’dayken Dolmabahçe Sarayı’nda Jeffrey’i ağırlıyoruz. Çok yönlü diplomasi!  II. Abdülhamit’in büyük güçlerle oynaşma siyasetini uyguluyoruz.

Rusların bize son bir fırsat verdikleri anlaşılıyor. Bu fırsatı nasıl kullanacağımızı, dilimize ve elimize nasıl hâkim olacağımızı göreceğiz.  Fakat son tahlilde Türkiye’nin Devlet’in diline vuran vahim yapısal sorunu mutlaka çözmesi gerekiyor. Çok geç olmadan. Veryansıntv, 06. 03. 2020