Yavuz Alogan
Kafamızın siyasetle ilgilenen bölümü hâlâ Soğuk Savaş dönemine göre işliyor. Hatta bazılarımızın kafası İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki ideolojik mücadelelere takılıp kalmış.
Bu dönemin zengin ideolojik ve siyasî kültürü, sanatı ve edebiyatı dünya saatine göre biraz gecikerek de olsa 60’lı ve 70’li yıllarda zihnimizi biçimlendirdi. Dönemin büyük ideolojik hesaplaşması olan İspanyol İç Savaşı mesela… Monarşist, sosyalist (sosyal demokrat), komünist, anarşist, liberal, faşist düşünceler bu savaşta silah çekerek birbirine girdi; İkinci Dünya Savaşı’nın provası yapıldı. Franco’nun Fas’tan getirdiği askerler dışında bu iç savaşta para karşılığında savaşan kimse yoktu.
Bazılarımızın siyasetle ilgilenen beyin bölgesi günümüzde daha da gerilere, 1900’lere odaklanmış. O dönemde imparatorluklar milliyetçi hareketlerle sarsılırken, Avrupalı sosyal demokrat işçi partileri siyasallaşan proletaryayı yeni bir özgürlükler dünyasına hazırlıyordu; Rusya’da ihtilalci asker örgütü Dekambristlerin ve silahlı Narodnaya Volya (Halkın İradesi) hareketinin mirasını değerlendiren devrimciler, toplumu Marksist terminolojiyle yeniden yorumluyorlardı.
O sırada dünya nüfusu ne kadardı dersiniz? Sadece 1 milyar 750 milyon. Yani onca tantana, sınıf mücadelesi, savaş, katliam, devrim, edebiyat sadece birkaç yüz milyon insan arasında cereyan ediyordu.
Siyasî yelpazenin, yani ortada merkezin, onun sağında ve solunda ise geçmiş dönem fikriyatından çıkıp gelen, en uçlarda radikal renklere bürünen merkez sağ ve merkez solun oluşması ve beynimizin siyasetle ilgilenen bölümüne sağlam tanımlarla yerleşmesi 1950’lerde ve 1960’larda tamamlandı. 1960’ta dünya nüfusu sadece 3 milyar 32 milyon kadardı.
1968’de Fransa’da başlayan gençlik ayaklanması sağ, sol ve merkez kavramlarını sarsarak onları yenilenmeye zorladı. Nazi, Komünist ya da direnişçi ana babalarına isyan eden gençler, kapitalizme, reel sosyalizme, NATO’ya ve Varşova Paktı’na saldırdılar. Kitle hareketi altsınıfların desteğini kazanamayınca (o sırada bu sınıfların durumu çok da kötü değildi, refahtan hatırı sayılır bir pay alıyorlardı) yaşlı ve tecrübeli devletler dişlerini göstermeye başladılar; gençlik hareketi silahlı mücadeleye doğru sapınca onu ezdiler.
Dünya devletleri 68 olaylarına iki farklı tutumla yaklaştılar. Bir kısmı, isyan hareketini kurumlardan ve toplumdan tecrit ederek zayıflattı, en kararlı unsurları imha ve infaz etti; hareketin uzantılarına ise pedagojik yaklaştı. Diğer bir kısmı, ki bizim devletimiz de bunlardan biri, isyanları toplumun demokratik ve özerk kurumlarıyla birlikte ezdi, anayasayı değiştirdi, Aydınlanma düşmanı paranoyak uygulamalarla gericiliğin yolunu açtı.
Merkez sağ ve merkez sol kendini yenileyerek önceki yerini ve anlamını korudu. Bu durum 1989’a kadar sürdü. Bu tarihte Duvar yıkıldı. Sovyetler Birliği Kiev’den Vladivostok’a kadar dünya kapitalizminin istilasına uğrayarak parçalandı. Fakat bir yıl sonra, 1999’da Rus istihbaratından (KGB) gelen kadro devleti ele geçirdi ve önce ulusalcı bir siyaset izleyerek Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşları uzaklaştırdı. Ardından devleti merkezileştirerek kadim Rus Çarlığı geleneği ile Stalin dönemi Politibürosu’nu kaynaştıran çizgide yeni bir Ortodoks Rus İmparatorluğu kurmaya yöneldi. Rusya kendi batısında ve doğusunda uğradığı kayıpları telafi etmek, her ne kadar Arktik bölgedeki buzullar eriyorsa da aşağıdaki sıcak denizlere inmek için güneyinde yer alan, bizimki dahil “bölgesel devletler”i kendi yörüngesinde toplamaya başladı. Bu yazının konusu olmamakla birlikte bu büyük imparatorluk stratejisinde başarı şansının zayıf göründüğünü kaydedelim.
Çin ise çok tuhaf bir şey yaptı. Mao Zedung, Deng Şiaoping ve Konfüçyüs’le anılan, taban tabana zıt üç ayrı düşünce sisteminden yepyeni bir ideolojik alaşım yaratarak (Şi Cimping Düşüncesi!) Komünist Partisi’nin yönetimi ve denetimi altında kapitalizme geçti. Kırsal komünleri dağıtarak yüz milyonlarca emekçiyi yerli ve yabancı sermayeli kapitalist şirketlerde ucuz işgücü olarak istihdam etmek üzere kentlere sürdü; onları güvencesiz ölesiye çalıştırarak muazzam bir sermaye biriktirdi ve küreselleşme bayrağını devralarak dünya ticaret yollarını ele geçirmeye başladı.
Geleceğin dünyasını ABD, Çin ve Rusya’dan oluşan üç kapitalist güç arasındaki emperyalist paylaşım mücadelesinin belirleyeceği anlaşıldı. Bu üçlüden ikisinin ittifakı (mesela ABD-Çin ya da Çin-Rusya ya da Rusya-ABD) üçüncüsünün gerilemesine ve dünyanın ayakta kalan iki emperyalist güç tarafından iktisadi nüfuz alanlarına göre paylaşılmasına yol açacak. “Exit” meselesiyle uğraşan Avrupa Birliği’nin bir süre ara güç olarak varlığını sürdürüp, daha sonra merkezkaç etkisiyle dağılacağı, çatışmanın odak noktalarından biri olan Ortadoğu’da ise siyasî coğrafyanın değişeceği görülmektedir.
Soğuk Savaş dünyasının dağılmasıyla birlikte Avrasya’dan, daha doğrusu Avrasya’nın Çin ve Rusya kısmından yükselen yeni kapitalizmin şafağı dünyamızı çok farklı bir ışıkla aydınlatmaya başladı. Rusya’da Stalin’in, Çin’de ise Mao’nun döşediği altyapı ve merkezi örgütlenme geleneği, kapitalizmin bu iki ülkede kaydettiği başarının temelini oluşturdu. Bu hakkı teslim etmek gerekir. Fakat bu iki ülkenin yaşadığı maceraların “sosyalizm, kapitalizmden kapitalizme giden uzun ve zahmetli bir yoldur” sözünü doğrulamadığını kim iddia edebilir? Ancak konumuz bu değil.
Duvar yıkıldığında dünya nüfusu 5 milyar 288 milyon idi. Çinli bisikletinden inip Avrupa imalatı otomobiline bindi; üretim ve tüketim artarken hayat standardı hızla yükseldi, kişi başına gelir 1980 yılında 313 dolardan 2010 yılında 4228 dolara çıktı; fakat “gelir artışı yoksulluğu önemli ölçüde azaltma gücüne sahipken artan eşitsizlik yoksulluğu artırma eğiliminde oldu (…) … iktisadi iyileşme bütün Çinlilere yansımadı” (Meriç Subaşı Ertekin 2017). Fakat Çin dünya servetinden ve enerji pastasından daha büyük bir dilim talep edecek kadar güçlü olduğunu kanıtladı; sermayesini stratejik bir aygıt gibi kullanmaya, hatta sermayesinin gittiği yerlere askerlerini de göndermeye başladı.
Bütün bu gelişmeler bildiğimiz siyaset yelpazesini buruşturup attı. Merkezin solundan sağına, sağından soluna doğru muazzam geçişler başladı. Atlantik tarafından yükselen neoliberalizm dalgası dünyayı kapladı, devletler şirketleşmeye, şirketler devletleşmeye, sendikalar mafyalaşmaya, sanayi proletaryası coğrafi ve mekânsal olarak dağılarak “ucuz” ya da “pahalı” işgücü olarak tanımlanmaya; esnek ve güvencesiz çalışma koşulları ve tekelleşme, öğretmeni, fabrika işçisini, hekimi, bakkalı, mühendisi, polisi, kâğıt toplayıcısını, öğretim üyesini bütün dünyada birbirine yaklaştırmaya başladı.
Mesleki tanımı ve statüsü belirsizleşen, ahlaki yükümlülüğü ve davranış sorumluluğu giderek kaybolan (Bauman 2017), mutsuz, isyankâr ve kavgacı bir yeni sınıfın, “prekarya”nın bildiğimiz proletaryanın yerini almaya başladığını söyleyenler çıktı. Bu ayrışık (heterojen) sınıfsal yapı Kahire’nin Tahrir, İstanbul’un Taksim, Paris’in Concord meydanında, dünyanın her yerinde boy göstermeye başladı.
Tarihsel Sosyal Demokrasi, refah devleti ve bölüşümde adalet bayrağını geminin bordasından atarak, yıllar önce Tony Blair’in “Üçüncü Yol” maskaralığıyla sürüklendiği neoliberal cümbüşün içinde kaybolup gitti. Medya dijitalleşti, kültür görselleşti, siyaset sanallaştı, “eğitim” ve “sağlık” gibi temel ihtiyaçlar parayla ölçülmeye başladı, dünyanın ekolojik dengesi bozuldu, devletler ve insanlar silah fetişizmine ve şiddet eğilimine kapıldılar. Birleşmiş Milletler gibi kurumlar, uluslararası hukuk, devletlerarası anlaşmalar para ve silahla delik deşik edilirken, “insan hakları” ve özgürlük kavramları değişim geçirmeye, farklı çıkarlara göre kafadan ve gelişine göre yorumlanmaya başladı.
Dünya nüfusu sekiz milyara doğru koşarken enerji ihtiyacı önceki çağlarda görülmemiş ölçüde arttı; kıt kaynakların rasyonel kullanımını ve paylaşımını sağlayan sistemler zayıfladıkça emperyalist ülkeler enerjiyi ve enerji iletim yollarını, su ve gıda kaynaklarını ele geçirmek için itişmeye, vekâlet savaşlarıyla teknolojisi azgelişmiş, üretim ve örgütlenme kapasitesi yetersiz, silahlanma gücü zayıf ulusları etnik ve dinsel olarak bölüp parçalamaya, kaynaklarına el koymaya başladılar. Milliyetçi akımlar solu da kapsayarak güçlendi. 1920’li yıllarda bir Komintern (Komünist III. Enternasyonal) militanı milliyetçilerle komünistlerin ulus-devlet’i savunmak için birleşmelerini normal karşılardı. Fakat teknoloji ve otomasyonun işçi sınıfını dağıtarak onu siyasî bir özne olmaktan çıkaracağını hayal bile edemezdi.
Eski dünya yıkıldı fakat yenisi henüz ufukta görünmedi. Geçmişin merkez, sağ ve sol hareketleri direnenlerden ve sömürenlerden, itaat edenlerden ve itaat ettirenlerden oluşan iki evrensel topluluk hâlinde ayrıştı. “Demokratik” denilen kurumlar tıkandığı için direnen kitleler seslerini ve taleplerini ancak büyük kitle hareketleriyle iktidara meydan okudukları zaman duyurabiliyorlar. Önümüzdeki yıllarda Pekin’den Nevyork’a, Moskova’dan Kahire’ye, Londra’dan Stokholm’e, İstanbul’dan Roma’ya kadar bütün dünya muazzam kitle hareketleriyle sarsılacak ve bu hareketlerin içinden çıkacak kitle partileri yeni bir çağı başlatacak.
Günümüzde Boris Johnson’a sokakta posta koyan emekli, Suudi Arabistan’daki bir fabrikada grev ve isyan çıkardığı için kafası kesilen Pencaplı işçi, Paris’te Macron’u giyotinle tehdit eden sarı yelekli, İran’da erkek baskısından kurtulmak için sokakta mücadele eden kadın, Moskova ve Hong Kong’da özgürlük isteyen öğrenci, benimsedikleri ideoloji ve taşıdıkları bayrak her ne olursa olsun doğmakta olan yeni cesur dünyanın ilk temsilcileridir. Dünyayı sermaye ya da son model silahlar değil, “Sizi iplemiyoruz, kardeşim; itaat etmiyoruz!” diyenler kurtaracak.
Bütün bu nedenlerden ötürü, birileri çıkıp “işçi sınıfının önderliğinde…” diye söze başladığında ya da “Avrasya’nın şafağında yeni bir dünya kuruluyor” diye sevindiğinde ya da “merkezde boşluk var ağbi, bir merkez partisi kurarsak siyaseti toparlarız…” diye analiz yaptığında, beni öyle bir gülme krizi tutuyor ki sokakta görenler delirdiğimi sanabilirler. Veryansıntv, 20. 09. 2019