SAPLANTILAR

Yavuz Alogan

         İnsan yaşlandıkça kafa karışıklığıyla birlikte saplantıları da artıyor. Son zamanlarda bende beliren şiddetli Kurucu Başkan/Reis saplantısına sanırım bu kez “kebapçı” saplantısı eklendi. Aslında bu saplantı tarihsel  süreç içinde gelişti ve nedense seçim sonuçlarıyla birlikte artış gösterdi.   Kuğulupark’ın orta yerinde bütün parkı kızarmış et kokularına boğan bir kebapçı dükkânının açılması bendeki bu saplantının başlangıç noktasıdır.

         Geçen gece  Ankara sokaklarında bisiklet sürerken önünden geçtiğim kebapçı dükkânlarına bakarak düşündüm. Bir şehrin neredeyse her sokağında bir, bazen birden fazla kebapçı dükkânı nasıl olabilir?  Üstelik bütün masalar dolu,  insanlar omuz omuza sırt sırta oturmuş kebap yiyorlar.  

         İktisadi kriz açısından da açıklanmaya muhtaç bir durum.  Acaba kıt kaynakları rasyonel kullanma mecburiyetinden bilinçdışı bir kaçış mı söz konusu? Belki de  yaklaşan kıtlık öncesinde protein ve yağ depolamak gibi memelilere özgü  bir yönsemeyle hareket ediyorlar.  Olayın sosyolojik boyutları da vardır mutlaka. Son yıllarda kentin nüfus yapısı ve kültürü değişime uğradı. Yenişehir semtinde oturan ailelerin ikinci ve üçüncü kuşakları  yerlerini yeni  orta sınıfa bırakarak  Çay Yolu gibi yerlere ya da korunaklı sitelere çekildiler.

         Peki bu kebapçılar lojistik sorunları nasıl çözüyorlar? Ülkemizde hayvancılığın durumu biliniyor. Ankara’nın bütün kebapçılarını  et ve yağla takviye etmek için her gün telef edilen küçük ve büyük baş hayvan sürüleri nereden geliyor?

         Ankara’da 1956’dan önce kebapçı yoktu.  O yıl Denizciler Caddesi’nde  açılan bir dükkâna, 60’lı yılların başında Bulvar’da açılan bir yenisi eklendi. Bulvar Palas’ın hemen yanındaydı. Ailecek gittiğimizi hatırlıyorum. Takım elbiseli dükkân sahibi bizi kapıda karşılayıp buyur etmişti. Koltuk değnekleriyle yürüyen zayıf bir adamdı. Orta yerde fıskiyeli küçük bir havuz vardı.

         Hemen yandaki Bulvar Palas’ın ışıkları caddeyi aydınlatırdı. Politikacıların, yüksek bürokratların, sahici gazetecilerin yemekli toplantılarda bir araya gelip kulis yaptıkları o  tarihi, zarif  binayı koruyamadık. Şimdi içinde parfüm, eşarp, gözlük ıvır zıvır satılan  bir kurukafa gibi görüntü kirliliğine katkıda bulunuyor.

         Bulvar boyunca gelip geçen şık giyimli bayların bayanların kafasına sürekli def-i hâcet eden,  gün boyu şen şakrak ötüşen binlerce kuşun nereye gittiğini bilmiyorum. Fakat Bulvar’ı boydan boya kaplayan, masaları kaldırımlara taşan, güzel müziklerin çalındığı şenlikli kafeler  1971 civarında bir Sıkıyönetim Komutanı’nın emriyle kapatılmış olmalı. Zira Kızılay ile Sıhhiye arası tiyatroları ve kitapçılarıyla bir kültür merkezi olmanın yanı sıra bir eylem alanıydı. 555 K(ızılay)’nın, Dönüşüm, İşçi-Köylü, İleri satan, Tuslog’u taşlayıp Amerikan bayrağı yakan devrimci gençlerin gösteri mekânıydı orası.

         Sıhhiye’deki  Zafer Çarşısı’nın üzerinde geniş bir çay bahçesi vardı. 22 Şubat 1962 ile 21 Mayıs 1963 arasında ihtilâlci  subaylar orada otururlardı. Tam karşıdaki Ankara Ordu Evi’nin bahçesinde ise ihtilâlci olmayan subaylar otururlardı. İkisinin arasında,  Mustafa Kemal’in tarihi bir hakem gibi duran, bayramlarda ateşe verilen dört meşaleli, kılıçlı bronz heykeli yükselirdi… Bir keresinde Harp Okulu öğrencileri bando mızıka oradan geçerken Talat Aydemir’i selamlamışlardı da büyük olay olmuştu. O sırada ben oradaydım. Pek bir şey anlamamıştım fakat olay evde o kadar çok konuşulmuştu ki belleğime yerleşmiş.

         Kebapçı olayına dönersek, “restoran kültürü”nün yerini alan bu fenomenin ayaküstü  köfteci, kokoreççi ve dürümcü kuvvetleriyle desteklenen,  gastronomik olmanın yanı sıra sosyolojik de olan bir işgal hareketi olduğunu düşünüyorum.  Talep arzı belirler, zaman içinde zevkler ve renkler değişir. Fakat elli yıl gibi kısa bir sürede her şey bu kadar mı değişir? Marcel Proust’un 1908’de yazdığı  “Kayıp Zamanın İzinde”  adlı kitabını yıllar önce biraz sıkılarak okumuştum. Yazarın derdini şimdi anlıyorum. Aydınlık, 20. 07. 2018