YİRMİNCİ YILINDA 12 EYLÜL

Yavuz Alogan

         İkinci Soğuk Savaş 1970’lerin ortasında başladı. OPEC’in petrol fiyatlarını yükseltmesi, Vietnam Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan ABD’nin uluslararası hâkimiyetini biraz daha zayıflatmış, 1960’ların ortasında SSCB’de keşfedilen yeni petrol ve doğaz gaz yatakları, bu ülkenin  enerji rezervlerinin uluslararası piyasa değerini bir anda dörde katlamıştı. Dünya kapitalizminin Altın Çağı bu yıllarda sona ermiş ve yeni bir devrimci dalga dünyanın büyük bir kısmını kaplamıştı. Portekiz’de Salazar rejimi çökmüş, Etyopya’daki devrim Afrika’daki güçler dengesini değiştirmiş,  Yunanistan’daki Albaylar Cuntası yıkılmış ve İspanya’da  Frankizm sona ermişti.  Aynı dönemde Orta Amerika ve Karaibler sola doğru yön değiştirmiş, Nikaragua’da  devrim olmuş, El Salvador’da iç savaş başlamıştı.

         1970’lerin başından beri bütün bu mücadele alanlarında en sağcı, faşist ve militer güçlerle ittifak kuran ABD, kendisini kısa sürede kaybedenlerin safında buldu.  Nükleer gücünü sürekli geliştiren SSCB ise kazananların safında yer alıyordu. 1979’da Sovyet birliklerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez kendi sınırlarının dışına çıkarak  Afganistan’a girmesi ve İran’da Şah’ın devrilmesi,  İkinci Soğuk Savaş’ın en yüksek noktasıydı.

          12 Eylül askeri darbesi, böyle bir dünyada, Reagan yönetiminin paranoyak askeri danışmanlarının Ortadoğu’daki ABD kalesini tahkim etme arzularının bir ürünü olarak gerçekleştirildi. 24 Ocak Kararları’nın öngördüğü yeni sermaye birikim modelinin mevcut anayasal ve sendikal haklar nedeniyle uygulanamayacağını gören Türkiye burjuvazisi,  parlamentodaki siyasal partilere cephe almış ve askerlerin önüne çoktan kırmızı kadife halıları sermiş, bekliyordu.

         Özetle, 12 Eylül darbesi, “yükselen sol dalga”yı durdurmak ya da  iç savaş tehlikesini önlemek için değil, ABD dış siyasetinin ve yeni bir iktisadi modelin gereğini yapmak için gerçekleştirildi. 1977’nin kanlı 1 Mayıs’ından sonra “sol dalga” inişe geçmiş ve rejime yönelik bir “tehdit” olmaktan çıkmıştı. Aralık 1978’de yaşanan Kahramanmaraş katliamının ardından ilân edilen sıkıyönetim, bütün 12 Eylül araştırmalarının ortaya koyduğu gibi, potansiyel iç savaş ortamının kontrollü biçimde sürmesini sağlamıştı.

         12 Eylül cuntası, sınırlarını ABD’nin çizdiği  stratejiyi, çok temkinli ve dikkatli adımlarla uygulamıştır. Tariş baskınıyla işçi sınıfının, Fatsa baskınıyla sol grupların direniş potansiyelini ölçmüş ve önündeki yolun açık olduğunu görmüştür.  Darbeden hemen sonra DİSK’i ve MİSK’i kapatmış, ancak Türk-İş Genel Sekreteri’ni bakan yapmıştır.  Siyasal partileri kapatmak için tam bir sene beklemiştir.

         Cuntayı oluşturan generaller, yakın ve uzak tarihte görülen benzerlerine kıyasla, oldukça temkinli, dar görüşlü, düşünsel ufku kışla nizamı ve NATO konseptiyle sınırlı basit karargâh subaylarıydı. Sendikacıların teslim olmak için başvurdukları Selimiye Kışlası önünde oluşturdukları uzun kuyrukları; binlerce silahlı sol militanın “kurtarılmış” olduğu iddia edilen bölgelerde ciddi bir direniş örgütleyebilecek kite bağlarına ve kapasiteye sahip olmadıklarını; Demirel’in gözaltındayken, Turgut Özal’a telefon edip, “askerlere yardımcı olmalıyız kardişim” dediğini gördükçe, özgüvenleri arttı ve topluma nizam vermeye başladılar.  O sırada Pentagon uzmanlarının geliştirdiği “yeşil kuşak”la komünizmi kuşatma stratejisini abartarak, Türk-İslam sentezine yol verdiler, Suudi sermayesine yaklaştılar, halkın önüne çıkıp Kuran’dan ayet okumaya başladılar. 1983’e gelindiğinde görev sürelerini tamamlamışlar ve toplumu düzlemişlerdi. Yerlerini, her türlü ideolojik “sentez”i çürüten dizginsiz bir liberalizme ve  vahşi bir kapitalizme bırakarak kışlalarına  çekildiler.  Yarattıkları ucube kendi ideolojik ve tarihsel varlıklarını sorgulayana kadar, yani 28 Şubat’a kadar, seslerini çıkarmadılar.

12 Eylül sosyalist solun zaaflarını ortaya çıkardı. Bu zaafların en birincisi “özgün siyasal çözümleme” yeteneksizliğidir. Tarihsel analojilerle oluşturulan  “devrim  stratejileri”,  işçi sınıfı fetişizmi, kısmi başarıların abartılmasıyla ulaşılan muhayyel iç savaş ve direniş saptamaları, gidişatın (ya da sevk edilişin) yönünü karartmaktan başka bir işe yaramadı. Oysa Marksizm’in üstünlüğü, geleceği öngörebilmesinde, çelişkili bir toplumsal gerçekliği yansıtan ögeleri bütünleştirebilmesinde yatar.

“Eğer” ya da “keşke” sözcükleriyle  tarih yorumu yapılmaz. Ama gene de insanın aklına çeşitli sorular geliyor. Sosyalist sol, bütün zaaflarına rağmen cuntaya topluca direnebilecek imkânlardan tamamen yoksun muydu? Ya da hapisane dışında direnebilecek yer kalmamış mıydı? Direnilseydi ya da eldeki bütün imkânlar,  birbirinden kopuk ve sistemsiz de olsa direniş için harekete geçirilebilseydi; generaller, sosyalistlerin, işçilerin ve sendikacıların barikatlarını kırarak zaferlerini kazanmış olsalardı, bugün sosyalist sol ve sendikalar bu halde olur muydu? Solun ve sosyalizmin, kendi sorunlarına bile yabancılaşmış halkın belleğindeki ve vicdanındaki yeri bu kadar zayıf  olur muydu?  Ağzımızdan ya da kalemimizden çıkan sözcükler, kurduğumuz partiler, “muhalif söylemler”imiz biraz daha inandırıcı olmaz mıydı?

12 Eylül darbesinin tarihi, sosyalist solun hapisaneler dışında direnemeyişinin, bugüne de ışık tutacak derslerle dolu tarihi olarak henüz yazılmamıştır.  16. 08. 2000