Yavuz Alogan
Öyle olduğu pek söylenemez… Millet’in büyük çoğunluğu memlekette olup bitenleri tıpkı bugünkü gibi kendi varoluşu ve geleceğiyle ilişkilendirmeden yaşayıp gidiyordu. Çok partili hayatın ve iktidarın acemisi DP hükümeti, yaklaşan seçimlerde oylarının azalacağını gördüğü için paniğe kapılmış, her türlü muhalefeti ezmeye çalışıyordu. Yasama organını olağanüstü yargı yetkileriyle donatan Tahkikat Komisyonu, halkı ikiye bölen Vatan Cephesi, baskı yasaları, tutuklamalar, cop, dayak gırla gidiyor; her zaman olduğu gibi, sokaklarda yine öğrenciler dövüşüyor, ölüyor, halk da onları balkonlardan seyrediyordu.
Demokrat Parti elbette masum değildi; fakat sonraki iktidarlarla, hele bugünkü AKP rejimiyle kıyaslandığında lekesiz bir yaprak kadar temiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yolsuzluklar makul ölçüdeydi; zaten o dönemde bütçe kısıtlı, para kullanma imkânı bugünküne kıyasla devede kulaktı. Baskılar ve hapis cezaları da sonraki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar önemsizdi.
İhtilallerin kendi hukuku vardır. Darbeciler bu hukuku uygulayacak yerde, mevcut hukuk kurallarıyla bir Yüksek Adalet Divanı toplayıp dünyanın en tuhaf yargılamasını yaptılar. Genç ve muhteris subayların kudretlerini kanıtlama çabası, haksız idamlara yol açtı.
Darbeyi yapan askerler belki de biraz Mısır, Irak ve Suriye’deki askeri darbelere özenmişlerdi. Heyecanlı, dar kafalı, uzun vadeli plan ve programları olmayan alt rütbeli subaylardı. Türkiye o sırada NATO üyesi olmasaydı her şey çok farklı olabilirdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, şimdiki gibi ya da 1960’ların sonundaki gibi görünmüyordu. 27 Mayıs darbesine kadar pek çok subay ABD’de eğitim görmüştü; İngilizce bilmek bir marifet ve terfi sebebi sayılıyordu. Prusya tipi üniformalarını çoktan çıkarıp atmışlar, conilerinkine benzeyen kravatlı üniformalarına bürünmüşlerdi. Dönemin alaycı deyimiyle “Bobstil” idiler. Ortadoğu’da Kemalizm’den esinlenen sert bir Baasçı modernist/ilerlemeci/laisist model oluşurken, o genç subaylar tarihlerinden kopmuş ve sanki biraz da Amerikan özentisi gibiydiler.
Siyasi Bir Ders
Türkiye’nin bu ilk askeri darbesi benim kişisel tarihimde de derin bir iz bıraktı. 26 Mayıs 1960 gecesi Adapazarı’nda ananemin akrabalarla dolu, kalabalık evindeydim. Gecenin bir vakti gürültülerle uyandım. Elektrikler kesikti. Herkes ayaktaydı, gaz lambaları ve mumlar yakılmıştı. Askerler bahçenin “tahta perde”sini (çitlerini) parçalıyor, mürdüm eriği ağaçlarının arkasında mevzileniyorlardı. Evin taşlığa açılan ön kapısı araba farlarıyla aydınlatılmıştı. Dayılar, çocukların ve kadınların üst kata çıkmasını istediler. 1910’larda Mitroviça’dan göçmüş yeşil gözlü bir çerkes kızı olan annanem Rumeli şivesiyle “allahım yarebiii!” diyerek, gelinleri ve çocukları toplayıp üst kata çıktı. Cumbalı, döner merdivenli, üç katlı çok güzel bir ahşap evdi. Son depreme kadar yüz yıldan fazla bir süre ayakta kaldı.
Kadınlar ve çocuklarla yukarı çıkmayı reddettim. O sırada kulağım ağrıyordu. Ananem ısıtılmış bir sarımsağı tülbente sararak kulağımın içine sokmuştu. Kulağımdan sarkan tülbent ve pijamalarla taşlığa açılan geniş pencerenin pervazına çıkıp etrafı kolaçan etmeye başladım. Dokuz yaşındaydım. İki subay merdivenleri çıkarak kapıya yaklaştı. Ellerinde sanırım sten tabancalar, başlarında miğferler ve her nedense gözlerinde de arazi gözlükleri vardı. Taşlığa çıktıklarında evin kapısı açıldı, araba farlarının ışığında üzerinde beyaz bir gömlekle büyük dayım göründü ve kollarını iki yana açarak şöyle seslendi: “Ben Demokrat Parti Ocak Başkanı Şeref Merç!”
Belleğime kazılan o görüntü uzun yıllar sonra Francisco Goya’nın “Madrid’de 3 Mayıs 1808” tablosuyla birleşti. Tablo, Napoleon ordularının İspanya’yı işgali sırasında direnen halkı anlatır. Kurşuna dizilmek üzere olan, kollarını iki yana açmış, beyaz gömlekli bir direnişçi bu tablonun ana figürünü oluşturur.
Tabii o sırada bu tablodan haberim yoktu. Üstelik askerler dayım için değil, DP Adapazarı milletvekili Nusret Kirişçioğlu için gelmişlerdi. Önce onun evini aramışlar, bulamayınca Ocak Başkanı’nın evini kuşatmışlardı. Ertesi gün Kirişçioğlu’nun, evinin bahçesindeki kümeste yakalandığı söylendi. Ocak Başkanı’nın kahramanca çıkışı ile milletvekilinin kümeste yakalanması, dokuz yaşındaki çocuk için önemli bir siyasi ders oldu.
“Darbe Anayasası”
Darbeyi yapan askerler, daha sonra kendi aralarında bölündüler. Milli Birlik Komitesi ile Silahlı Kuvvetler Birliği cephe cepheye geldi. Bu arada 1961 seçimlerinde Demokrat Parti’nin devamı olan partiler toplam oyların % 62’sini almış, böylece halkın bu “devrim”den pek bir şey anlamadığı da ortaya çıkmıştı. 27 Mayıs hareketini ideolojik ve siyasi bir içeriğe kavuşturmak isteyen subaylar iki başarısız darbe girişimiyle tasfiye olurken, askeriyenin merkezi hızla NATO’nun ve ABD’nin sıkı denetimine girdi. Çizgi dışı ve sistem karşıtı darbeler dönemi kapanmıştı. Soğuk Savaş’ın antikomünizmi, artık toplumun elit ve iktidara ortak kastını oluşturan TSK’nın ideolojisi olmuştu. ABD onlara iki kez darbe yaptırdı (1971 ve 1980). Bu darbelerde, memleketin bütün aydın potansiyeli, sosyalistler ve devrimciler ezildiler; hareketlerin lider kadroları öldürüldü ve silahlı kuvvetlerin içinde geniş kapsamlı tasfiyeler yapıldı.
Bugünkü AKP gericiliğinin sorumlusu NATO’ya bağlı Soğuk Savaş dönemi generalleridir. Laikliğin ortadan kaldırılması, Türkiye’nin bilim ve teknolojide geri kalması, Ortadoğu’daki mezhep savaşlarının içine sürüklenmesi ve belki de yeni bir dünya savaşının ilk hedefi haline gelmesi; bütün bunların sorumluluğu, onların apoletli ve apoletsiz omuzlarının üzerindedir. Amerikancı darbeleriyle sadece sosyalistleri değil; eğitimli, entelektüel, kendi dalında uzman bütün değerleri yıldırdılar, bir kısmını yok ettiler, bir kısmının da ülkeyi terk etmesine neden oldular.
Günümüzde 27 Mayıs’tan geriye hiçbir şey kalmadı. Bununla birlikte, 1961 Anayasası’nın on yıllık bir süre için Türkiye’yi önemli ölçüde değiştirdiğini kabul etmek gerekir. Gerçekten ileri bir anayasaydı bu. 12 Mart döneminin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözleriyle, sosyal uyanışın ekonomik gelişmenin önüne geçmesine neden oldu ve dönemin “Beyin Kabinesi”nin başındaki Nihat Erim’e göre de, üzerine şal örtülmesi gereken bir anayasaydı.
Anayasa’nın üzerine 1972’de şalı örttüler ve kimseler görmesin diye şala sarılmış olarak götürüp 1980’de infaz ettiler. Halk anayasasına sahip çıkmadı. Bunun sebebi de muhtemelen o anayasayı kendi mücadelesinin eseri olarak görmemiş olmasıydı. Ancak 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu on yıllık sürenin getirdiği özgürlüklere dair farkındalığın tamamen ortadan kalktığını söylemek zor.
Özgürlüğün tadı, tıpkı baskı ve zulmün acısı gibi insanın bilincine işler ve belleğine yerleşir. Sendikal haklar, polisin giremediği özgür üniversite, örgütlenme ve ifade özgürlüğü hep o “darbe anayasası”nın ürünüdür. Bütün bu anayasal hakları 1971’den başlayarak azar azar daralttılar, pek çok özgürlüğü kullanılamaz hale getirdiler. Şimdi de özünde şeriat kurallarına kapı açmayı amaçlayan bir anayasa yapmaya çalışıyorlar. Unutmayalım ki AKP’nin yapacağı anayasa da “darbe anayasası” olacaktır.
Darbenin İyisi Kötüsü
Farklı bir anlatımla, 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subayların dar görüşlü ve ne yapacağını bilmez halleri, 61 Anayasası’nın açtığı yoldan bütün bir entelektüel ve devrimci kuşağın geçmesine, yeni bir devrimci kültür geleneğinin doğmasına engel olmadı. O dönem Türkiye için gecikmiş bir Rönesans dönemiydi. Türkiye’nin zihni, tarihinde belki de ilk kez yeni fikirlere açıldı: kitaplar, örgütlenmeler, TİP ve Dev-Genç, tiyatro, opera, müzik, grevler, mitingler, yürüyüşler ve her şey o dönemde coşkuyla ve her türlü engelleme çabasına rağmen yaşandı.
Darbelerin ve ihtilallerin yöntemlerinden çok, uzun vadede yarattığı sonuçlar önemlidir. Bu açıdan bakıldığında “darbenin iyisi kötüsü olmaz” sözünü liberallere ve şeriatçılara bırakmak gerekir.
İlerde halkın kendi iradesini ortaya koyarak kendi kurucu meclisiyle kendi anayasasını yapabileceği bir gün gelirse, 1961 Anayasası’nı biraz güncelleyerek önermek gerekir. İşte o zaman 27 Mayıs, yarım asır öncesinden sadece anayasasıyla “milletin sesi” gibi yankılanabilir. RED, 27. 05. 2013