Yavuz Alogan
O sıralarda (1989-91) aşırı gerilimden midir nedir, insanlara isim takmak gibi tuhaf bir huy edinmiştim. Ona da “Aziz Peder” ismini yakıştırdım. Önce çok kızdı. “Ortaçağ papazına mı benzettin beni?” diye çıkıştı. Başkan’a “Ak Tolgalı Beylerbeyi” gibi fiyakalı bir ismi layık görürken, kendisine “Aziz Peder” gibi kıytırık bir isim takmama da bozulmuştu. Ben de ona, uzun boylu olduğu için kukuletalı siyah bir papaz cüppesinin kendisine çok yakışacağını, eline bir de tırpan alırsa parti içindeki muhalefeti daha kolay biçebileceğini; ayrıca, Dimitri Dimov’un Tütün adlı romanında, merkeple gezen siyah cüppeli devrimci Cizvit papazını da unutmaması gerektiğini söyledim.
Sonraki günlerde, bu kez o bana “Aziz Peder” demeye başladı. Aziz Peder aşağı, Aziz Peder yukarı…
Çok sert toplantılar olurdu. Bu toplantıların birinde bize çok ağır yüklendi: ne Yelsinciliğimiz kaldı, ne Troçkist tasfiyeciliğimiz, ne de likidatörlüğümüz. Ben de gözümü karartarak aynı sertlikte bir çıkış yaptım: Stalinist tasfiyecilik, sosyalist demokrasi, monolitik parti, sürekli devrim … daha bir sürü şey. Yerime oturduğumda, “Herhalde,” dedim kendi kendime, “bir daha benimle konuşmaz.” Tam o sırada önüme dörde katlanmış bir pusula geldi. Açtım. Şöyle yazıyordu: “Çok güzel konuştunuz Aziz Peder, ancak fermuarınız açık kalmış.” Fena bozuldum. Göz göze geldik. Gülüyordu.
İnsanı şaşırtacak kadar açık konuşurdu: “Biz burada senin gibi çok adam gördük, Aziz Peder. Senin gibi çok adam geldi geçti buradan. Bizde yeri doldurulmayacak adam yoktur.”
Bir keresinde de bana, “Sen bu partinin sosyalizm müfettişi misin?” demişti.
Biz partiden ayrıldıktan sonra da dostluğumuz sürdü. Ankara’daki bazı arkadaşların da katılımıyla, Atatürk Orman Çiftliği’ne (Beştepe’ye değil!) gider, şimdi yerinde yeller esen, neredeyse seksen yıllık hatıra yüküyle tarihe batıp yok olan Merkez Lokantası’nın yazlık bahçesinde rakı içerdik. Onunla sohbet etmek satranç oyununu andırır, karşılıklı ironik hamlelerle, zekâ oyunlarıyla sürerdi.
Önemli bir olay olduğunda telefon eder, bol “Aziz Peder”li bir muhabbetle beni “durum muhakemesi” yapmaya zorlardı.
Bir keresinde, Hadim’deki köyünde şimdi adını unuttuğum bir tepeye bahar aylarında çıktığında kendisini tanrıya çok yakın hissettiğini söylemişti. Cezaevi dönemlerinde geliştirdiği çok engin bir edebiyat kültürü vardı. Balzac, Gogol, Istrati, Kafka, Gorki, Dostoyevski gibi klasik yazarların kitaplarını ayrıntılarıyla hatırlardı. Dostoyevski karakterleriyle paylaştığımız ortak bir Raskolnikov yanımız da vardı galiba.
Çok iyi bir tartışmacıydı. 90’lı yıllarda televizyon ekranlarında onu izlemek başlı başına bir deneyim ve büyük bir keyifti. 68 devrimciliğinin belki de en sadık, en gelişmiş örneğiydi. Yazılarında ve kitaplarında ele aldığı her konuyu edebi bir ironiyle donatırdı. Yazdığı her cümlenin sağlam bir alt yapısı, üzerinde dikkatle düşünülmüş bir çerçevesi vardır. “Selim Uslu” adıyla yazdıkları Türk siyasi mizahına büyük bir katkıdır.
Hep şöyle derdi: “Bize bir şey olmaz, Aziz Peder!”
Öldüğünde çok şaşırdım.
Onu 29 Ağustos 2002’de “Ölümüne mücadele edeceğiz” diyerek başladığı bir seçim kampanyası için gittiği Uşak’ta kaybettik.
Kocatepe Camii’ndeki cenaze töreni sırasında, dini tören istemeyen Turan Dursun’un vasiyetini yerine getirmek için Cebeci Asri Mezarlığı’nda polislerle nasıl itiştiğini, 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun 224. Maddesi uyarınca ölülerin vasiyet etmiş olmaları halinde yakılabileceğine dair uzun sohbetimizi hatırladım. Ne yazık ki her istediğimiz olmuyor.
Bana siyasi nedenlerle kin tutmamayı, siyasi ikna çabasının saygı gösterilmesi gereken bir sınırı olduğunu, en gergin ortamlarda bile mizah duygusunu kaybetmemeyi, eleştiriye ve ideolojik saldırıya dayanıklı olmayı, vazgeçmemeyi, teorik birikimi günlük siyasetle birleştirmeyi öğretmiştir.
Ölümünün on üçüncü yılında Hasan Yalçın’ı saygıyla, sevgiyle anıyorum. Aydınlık, 28. 08. 2015