Yavuz Alogan
Seçkin (elit) ve seçkinci (elitist) kavramları hep tartışmalı olmuştur. Üstün nitelikleriyle öne çıkan, göze çarpan kişiye “seçkin” denir. Burada bir sorun yok. İnsan topluluklarının örgütlü olduğu her yerde seçkinler vardır. Sanat ve bilim alanında eserleriyle ve bilimsel gelişmeye katkılarıyla öne çıkan kişiler, gerçek devlet adamları, “monşer” denilen sahici diplomatlar, devrimlere ve reformlara öncülük eden kadrolar toplumun seçkinleridir.
Fakat “seçkincilikten” (elitizm) söz ettiğimiz zaman işin şekli değişir ve halk kitlelerinin yaratıcı etkinlikten ya da kendini yönetme yeteneğinden yoksun olduğunu, bu türden etkinlik ve yeteneğin sadece seçkinlerle sınırlı olduğunu savunmak gibi tartışmalı bir durum ortaya çıkar. Elbette böyle bir seçkinciliği kuvvetle savunmak Jakoben bir yönetim anlayışına, giderek sıradan insanlara tepeden bakan kibirli bir tutuma yol açar. Yelpazenin bir ucuna bu kibirli tutumu yerleştirirsek, öbür ucuna da sıradan popülizmi ve halk dalkavukluğunu yerleştirmemiz gerekir.
Her toplumun seçkinleri vardır. İlkel toplumda bile büyücü/hekim ve kabile şefinin danıştığı insanlar o toplumun seçkinleridir. Bu kişiler iktidar konumunda olmasalar da toplumun kültürel hayatı, insanların gündelik tercihleri, üretim ve tüketim tarzları üzerinde etkili olurlar.
Seçkin olmayı şöhretli olmakla karıştırmamak gerekir. Kişi halk kitlelerini heyecanlandıran, coşturan muazzam bir şöhrete sahip olabilir fakat bu durum aynı kişiyi bir “seçkin” olarak tanımlamamıza yetmeyebilir.
Seçkin olan, tanımı gereği popüler değildir. Suna Kan mesela, hiçbir zaman Ajda Pekkan kadar popüler olmamıştır. Gençliğimde sahne sanatına ve güzelliğine (şimdi de) hayran olduğum Zeliha Berksoy’u Hatay’da kamuflajlı Cumhurbaşkanımızla “selfi” çektirirken düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz… Bu rol Seda Sayan’ın şöhretine daha uygundur.
Bu satırları okuyan birilerinin, “Lan sen ne seçkinci adammışsın, halkın sanatçılarını küçümsüyorsun,” dediğini duyar gibiyim. Bence bu durum seçkincilikten çok kuşak farkından geliyor. 60’lı yıllarda (benim için 10-20 yaş arası) Devlet Tiyatrosu’nun temsilleri ve CSO’nun (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) konserleri ruhumuzu şekillendirdi galiba. Daha önceleri hiç fark etmediğim bu şekillenmeyi şu son yıllarda çok güçlü biçimde hissetmeye başladım. İşte bu yüzden, gerici Meclis Başkanı’nın kadın devlet sanatçılarını sahne merdivenine mahkûm edişini protesto eden Türkiye Sanatçılar Birliği bildirgesinin ilk kadın orkestra şefimiz İnci Özdil tarafından okunmasını çok önemli buluyor ve daha ileri düzeyde bir mücadelenin başlangıcı olarak görüyorum. Bu bildirgeyi Ulusal Kanal ve Aydınlık dışında önemseyen oldu mu?
Aslında “Devlet estetiği” hakkında yazacaktım, yine konuyu dağıttım. Bu kavramı ilk kez IŞİD’in toplu katliamlar yaptığı ve Suriye Ordusu’nun kurtardığı antik Irak şehri Palmira’da Rus Senfoni Orkestrası’nın verdiği konseri televizyondan izlerken düşündüm. Atlantik âleminin hayvanlığına karşı Rus devlet estetiğini canlandıran çok zarif bir hareketti. Daha sonra aynı kavramı bu kez Hatay’da İbrahim Tatlıses’in devlet ricaline zurna eşliğinde icra ettiği “yaylalar” şarkısını dinlerken hatırladım. Yanlış anlaşılmasın, zurna sesini severim. Askerdeyken ben de koşar adım “Ayın önünde yıldız/Nereden gelirsen baldız/Dilo dilo yaylalar!” diye çok bağırdım. Ben sadece “devlet estetiği”nden söz ediyorum.
“Estetik” demişken, şu yeni subay üniformalarını bir değiştirin lütfen! Amerikan Conilerinin üniformasına benziyor ve özellikle iri yarı hantal sivillerin üzerinde çok sakil duruyor. Palaskasız, apoletsiz, yaka bağır açık asker üniforması olmaz. Üniforma “millî” olur ve tarihi özellikler taşır!
Bu dönem ekonomisiyle, politikasıyla ve estetiğiyle tarihe bir parantez olarak geçecek. O zamana kadar kendi aramızda şimdikinden daha fazla çatlamayız belki ama böyle devam ederse hep birlikte fena halde patlayabiliriz. Aydınlık, 06. 04. 2018