Yavuz Alogan
Eskiden olsaydı, iktisadi ve siyasî sistemin eşzamanlı çöküşüne “devrimci kriz” derdik. Bu terim, yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri bir durumu anlatır. Bu durumda sendikalar greve giderler, öğrenciler boykot yaparlar, köylüler traktörlerini şehirlerin içine sürerler; devlet bütün baskı aygıtlarını kitle hareketlerini bastırmak için seferber eder; siyaset kurumu kendi içinden bir “ara rejim” ya da “kriz hükümeti” çıkarmak için uzlaşma imkânları arar; burjuvazi ortaya çıkıp siyasete alenen müdahale etmeye, işveren kuruluşları gazetelere çarşaf gibi bildiriler yazmaya başlar. Tarihsel olarak “şahane hayat” yanılsamasına meyilli orta sınıflar şaşkına dönerler, hayalleri yıkılır, maaşlarını alamazlar, işlerini kaybederler, uzayıp giden kuyruklarda bağırıp çağırmaya, o anda kimi düşman bellemişlerse ona sövüp saymaya başlarlar. Öte yanda ideolojik ve teorik görüşleri farklı sosyalist akımlar mücadele eden kitlelere önderlik etmek için kendi aralarında ittifak kurarlar; sürekli bildiri dağıtıp gösteri yapar, kitlenin önünde çatışmaya girerler. Kriz giderek derinleşir, ne devlet, ne siyasiler ne de burjuvazi bir çözüm bulabilir… Ve nihayet, “İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri”…
“Yok daha neler!…” diyorsunuz. Haklısınız. O kadar ileri gitmeyelim. Geri alıyorum. Ayrıca bu “Sovyetler” olayı tarihte sadece bir kez olmuştu. Bir daha da olmadı. Fanteziyi bırakıp gerçeklere dönelim.
Gerçeklere baktığımız zaman, derin bir tepkisizlik görüyoruz. Sokaklar sakin. Başbakanlığın önünde yazar kasa fırlatan kimse yok. Kendini ateşe veren umutsuz birkaç kişiyi de medya görmezden geliyor. Oysa yazar kasa olayında basın nasıl da kükremişti. ABD’nin Irak’a saldırısına karşı çıkan zavallı Ecevit’i neredeyse linç edeceklerdi. Site esnafı yazar kasaları kapıp Tandoğan meydanına fırlamış, çılgınca nümayiş yaparak hükümeti protesto etmişti. O sırada Abramowitz, Gül Şövalyesi ile Reis’i iktidara hazırlıyordu. Bunu da bir tek İşçi Partisi açıklamıştı. Fakat Cumhuriyet gazetesi dışında basın bu habere ilgi göstermemişti. Cumhuriyet gazetesi de şimdiki gibi değildi zaten.
İnsanlar düzen partilerine oy vererek bir şeyleri değiştirebileceklerini, aileleriyle birlikte ülkenin kaderini etkileyebileceklerini düşünüyorlar. Sükûnetle seçimi bekliyorlar ve seçimlerin mevcut sorunları çözeceğine inanıyorlar. Sistem, kriz dönemlerinde kitlelere umut yeşertmekte, onların önüne sahte bir “kurtarıcı” çıkarmakta çok ustadır. Krizin şaşkına çevirdiği, korku içindeki kitleler içi saman dolu bir bostan korkuluğunu bile “kurtarıcı”olarak görebilirler ya da “bizi kim batırdıysa o çıkarır” mantığıyla merkeze kaçabilirler. Kriz dönemleri optik yanılsamalara çok uygundur.
Önümüzdeki seçimler kitleler için çok öğretici olacak (“Kitleler kendi deneyimlerinden öğrenirler”). Her şeyden önce anayasal sistemin bütünüyle değişmiş olduğunu çok somut olarak görecekler; siyasî partilerin ve parlamentonun önemini kaybettiğini, milletvekilinin kaldırılıp indirilen bir parmağa dönüştüğünü, sisteme faydası olan herkesin her an bakan olabileceğini, seçimlerde kendilerine bütün kurumlarıyla birlikte bir diktatör seçmiş olduklarını anlayacaklar. İktidar partisine yakın değillerse dertlerini anlatacak kimse bulamayacaklarını bilecekler. “Parlamenter yasama devleti”nin bir hükümdarlığa dönüştüğünü görecekler. Bu dibe vurma hâlinden ülkemizin bir dizi devrimci atılımla çıkacağından kuşku duymak bize yakışmaz. Yeter ki sahte kurtarcılarla gerçek kurtarıcıları ayırt etmeyi kısa süre içinde öğrenelim. Bu öğrenme süreci içinde en büyük tehlike “turuncu devrim” korkusudur. Her kitle hareketi karşısında, “Yoksa emperyalizm devrim mi yapıyor?” diye korkuya kapılanlar bundan sonraki her mücadeleyi peşinen kaybetmiş olacaklardır. Devrimlerin rengi devrim süreci içinde değişir. Devrime rengini veremeyenler, kaderlerine razı olurlar. Bu işler böyledir! Hiç olmazsa devrim düşüncesi bize kalsın. Onu da “turuncudur, mavidir” diye emperyalizme kaptırmayalım. Aydınlık, 24. 05. 2018