Yavuz Alogan
Soğuk Savaş 44 yıl sürdü. Kabaca 1947-1991 aralığında. Kore ve Vietnam savaşlarını; Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki çatışmaları ve iç savaşları bir yana bırakırsak, Soğuk Savaş dönemi uzun bir barış, istikrar ve kalkınma dönemiydi. Buna Birleşmiş Milletler (BM) dönemi de diyebiliriz. Churchill, Roosevelt ve Stalin’in kişiliğinde temsil edilen Üç Büyükler’in kurduğu sistem yaptırım gücüyle dünyanın her yerinde otoritesini hissettirdi.
Klasik sömürgecilik yine bu dönemde sona erdi. Başlangıç noktası 1957’de Süveyş Krizi’ne ABD ve Sovyetler Birliği’nin ortak müdahalesiydi. “Süper güç” kavramı ortaya çıktı. 1960’larda ulusal kurtuluş hareketlerinin son dalgası başarıya ulaştı.
Bu dönemde Rusya’nın Sovyetler Birliği versiyonu Doğu Berlin ve Balkanlar’dan Japon Denizi kıyısındaki Vladivostok’a, Baltık bölgesi ve Kuzey Kutup Dairesi’nden Karadeniz’e uzanan, askerî (Varşova Paktı) ve ekonomik (Comecon) sistemlere sahip, ideolojik ve siyasî etkisini bütün kıtalara ve ülkelere yayabilen geniş bir emperyal alanı yönetti.
Kapitalizm bu dönemde ehlileşti. Komünizm korkusu güçlü kapitalist ülkelerde “sosyal refah devleti,” “toplumsal kalkınma,” “iktisadî planlama” gibi, bugünün neoliberal kapitalist sisteminde ağza alınmayan, bilinçli olarak unutturulan kavramların doğmasını ve gerçeklik kazanmasını sağladı. Tekil ülkelerde orta sınıfı genişletip güçlendirerek sendikal mücadeleyi sınırlamaya, bölüşümde daha adil olmaya çalıştılar. Hatta kuzey ve güney ülkeleri arasındaki servet farklılaşmasını azaltmak, az gelişmiş ülkelerdeki açlık, eğitimsizlik ve sefaletin BM kurumları aracılığıyla giderilmesi için raporlar hazırladılar (bkz. Brandt Raporları), kalkınma programları önerdiler. Bugünkü aç sefil, eğitimsiz kalabalık kaçak göçmen sürülerinin kamplardan kamplara sürüler hâlinde dolaştığı, çaresiz insanların boğularak can verdiği sahneler yaşanmadı. Her ulus-devlet iyi kötü kendi toplumsal kalkınma programına sahipti. Etnik, dinsel ve cinsel haklar henüz yurttaş halklarının yerini almamış, zayıf ulusları parçalama aracı olarak devreye sokulmamıştı.
Az gelişmiş ülkeler (Üçüncü Dünya) 1955’te Bandung Konferansı’yla, Mareşal Tito, Fidel Kastro, Cemal Abdülnasır, Bumedyen gibi liderlerin önderliğinde Bağlantısızlar Hareketi’ni başlattı. Dünya nüfusunun yüzde 55’ini temsil ediyorlardı. Günümüzün BRICS’i, hiç yoktan iyidir ama, siyasî ağırlık ve etki bakımından Bağlantısızlar Hareketi’nin soluk bir kopyası bile olamaz.
İktisadi ve toplumsal kalkınma nasıl olacaktı? Kapitalist yoldan mı, yoksa sosyalist devrimle mi? Hangi aşamalardan geçilecekti? Kapitalizm yeni bir evreye mi geçmişti, yoksa “yeni sömürgecilik” dünya devrimini mi gerektiriyordu? İnsanlığın Soğuk Savaş dönemindeki temel meselesi bunlardı.
Tuhaf olan şudur ki bugünün dünyasında böyle bir mesele yok.
Nükleer savaş felaketinin en yakın olduğu bir önceki krizde (1962) insanlığın zihin dünyası ve dünyayı yönetenlerin bilinç düzeyi çok farklıydı.
Bütün dünya liderlerinin çabasıyla, esas olarak J.F. Kennedy ve Nikita Huruşov’un basireti ve siyasî iletişimi sayesinde nükleer felaketin eşiğinden dönüldü. O sırada Avrupa’da Charles de Gaulle 5. Cumhuriyet’in başındaydı, Konrad Adenauer Nazi ideolojisinden arınmış modern demokratik Almanya’yı kuruyordu. Hiroşima ve Nagazaki insanlığın belleğinde henüz canlıydı.
Bütün dünya liderlerinin ortak özelliği II. Dünya Savaşı’nın bütün evrelerini bizzat yaşamış ya da yakından izlemiş olmalarıydı. Savaşın ne olduğunu biliyorlardı. BM’nin silahsızlanma ve anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü ilkelerine resmî söylem düzeyinde bağlıydılar. J. F. Kennedy Pasifik Savaşı’na gemi komutanı olarak katılmış, çatışmada yaralanmış bir savaş kahramanıydı. Huruşov, Stalingrad Direnişi’nin ikinci bölümüne Stalin’in özel komiseri olarak komuta etmişti.
Bu adamların, söz gelimi, Putin gibi “Oreşnik’i saldım mı ne Londra ne Paris kalır” mealinde konuşmaları ya da NATO Askerî Komite Başkanı Rob Bauer gibi “Önleyici vuruş hakkımızdır, iş dünyası savaş senaryosuna uysun” diye talimat vermeleri beklenmezdi.
Dünyayı geri dönüşü olmayacak biçimde değiştiren, bugünkü küresel krize yol açan iki olay oldu. Birincisi SSCB’nin içe doğru çöküp dağılması, Doğu Avrupa, Baltık ve Balkanlar’dan çekilerek ileri savunma hatlarını kaybetmesi, NATO’nun açılan boşlukları hızla doldurması; ikincisi ise Çin’in Komünist Partisi yönetiminde kapitalist yoldan giderek başardığı muazzam iktisadî büyümedir.
Birincisi Rusya’nın direnişine yol açarak insanlığı nükleer savaşın eşiğine getirdi, ikincisi ise küresel kaynakların ve ticaret yollarının yeniden paylaşımına yol açtı. Yine birincisi, o zamana kadar sosyalizm ve Marksizm adına yapılan her şeyin sorgulanmasına, muazzam bir sol sosyalist fikirler, teoriler külliyatının mevcut koşullara yabancılaşarak tarihe havale edilmesine; ikincisi ise sosyalizm kavramının “kendine özgü” bir değişime uğrayarak kapitalizmle harmanlanmasına, devlet destekli karma ekonominin sosyalizm olarak pazarlanmasına neden oldu.
Rusya 1991’de stratejik olarak kaybetti. Yıllar sonra Putin buna “Dünyanın en büyük jeopolitik felaketi” diyecekti. Ukrayna savaşı her aşamada Rusya’nın bu felaketi telafi ederek yeniden bir süper güç mertebesine ulaşamayacağını gösterdi. Rusya, ordusu olmayan Ukrayna’yı işgal edemedi, işgal ettiği doğu bölgelerine verdiği statüyü Batılı ülkelere kabul ettiremedi, karşısındaki düşman cephenin genişlemesine ve Ukrayna’yı bir tür “yanık toprak” ya da atış poligonu olarak kullanmasına engel olamadı, Karadeniz’de varlık gösteremedi, Rus halkını II. Dünya Savaşı’ndaki ruhla “Anavatan Savunması”na ikna edemedi. Rus ordusunun disiplinsiz olduğu (Prigojin olayı), komuta kontrolünün, sahrada elektronik iletişim imkânlarının zayıf olduğu, tıpkı Batılıların Ukrayna’da yaptığı gibi ithal paralı asker kullanmak zorunda kaldığı görüldü.
Sadece nükleer silah ve doğal gazla süper güç olunamayacağı anlaşıldı. Rusya’nın neoliberal ekonomisi, Batı’nın ambargo ve yaptırımlarına karşı ülkenin kırılganlığını artırdı. Rusya’nın üçüncü bir jeopolitik felakete uğraması hâlinde (birincisi 1918’de Brest Litovsk Barışı, ikincisi 1991’de Belovej Antlaşması) yüzölçümü nüfusuna oranla az olan Çin’in Kazakistan Sibirya yönünde bir nüfuz alanı arayışına girmesi neredeyse tarihsel bir zorunluluk olarak ufukta belirdi.
Günümüzde Rusya çok sayıda matadorun boynuzlarını kullanmasına fırsat vermeyerek uzaktan kargılarla dürtüp yaraladığı, kan kaybederek zayıf düşen güçlü bir boğayı andırıyor. Nükleer savaş tehdidiyle süper güç olunamayacağını, Çin’in şimdilik sağladığı siyasî/diplomatik desteğin, zayıflayarak topun ağzına sürülen İran’ın, kararsızlığa düşen Belarus’un ve askerî destek veren Kuzey Kore’nin oluşturduğu ittifak yapısının yeterli olmadığı görüldü.
Amerikan emperyalizminin Soğuk Savaş dönemine kıyasla gerilediği, doların belirleyici vasfını kaybetmeye yüz tuttuğu açıktır. Öyle olmasaydı dünya savaşı başlamazdı. Emperyalizm de entropi yasasına tâbidir. Kapitalizm var oldukça bir emperyalizm geriler, bir diğeri öne çıkar. Önemli olan gerilemenin ne kadar süreceği, o süre içinde hangi sonuçların ortaya çıkabileceğidir. Oswald Spengler’in 1918’de yazdığı “Batı’nın Çöküşü” kitabını andıran tezler geliştirmek, Batı’nın durduk yerde mahvı perişan olduğunu, Rusya ve Çin’in kapitalizm içinde yeni bir sistem kurarak insanlığı kurtaracağını iddia etmek günümüzün ütopyalarından biridir.
Rusya silah teşhir ederek düşmanı korkutmaya, aslında korkusunu bastırmaya çalışıyor. Fakat Oreşnik ya da Sarmat füzeleriyle çok kutuplu dünya düzeni inşa etmek, küresel sistem kurmak mümkün görünmüyor. Aslında bu silahları kullanmak da mümkün görünmüyor.
“Önleyici vuruş” (preemtive strike) kavramı 11 Eylül 2001 saldırısından sonra George W. Bush tarafından konvansiyonel saldırılar için kullanıldı. Terör bize gelmeden biz terörist ilan ettiğimiz devletleri imha ederiz dediler. “Önleyici vuruş” aslında karşılıklı nükleer silahlanma bağlamında geliştirilmiş bir kavramdı. Karşı tarafın nükleer saldırı hazırlığını algılayıp öyle bir önleyici vuruş yapıyorsunuz ki hasmınızda karşılık verecek mecal kalmıyor.
Bu doktrinin günümüzde geçerli olmadığını anlıyoruz. Bir taraf diğerini imha ettikten sonra, imha olan tarafın otomatik misilleme sistemiyle saldırgan tarafı imha etmesini mümkün kılan bir “Dead Hand” (Ölü El) sisteminin varlığı, kıtalararası topyekûn nükleer çatışmanın, kaza, yanlış anlama ya da delilik (en büyük olasılık) gibi durumlar dışında imkânsız olduğunu gösteriyor. Bir tarafın karasal varlığını nükleer silahlarla ortadan kaldırabiliyorsunuz fakat yeri belli olmayan birkaç nükleer düşman denizaltısı sizi buharlaştırarak öteki tarafa havale edebiliyor. İnsanlık bu saçmalıktan kurtulamazsa Mad Max filmleri hakikat olacak.
Dolayısıyla III. Dünya Savaşı’nın vekâlet savaşları, hibrit teknikler, kuşatma/ çevreleme (containment) taktikleri, liderleri satın alma/ayartma manevralarıyla devam edeceğini, şiddetli konvansiyonel savaşların Kore yarımadası, Tayvan ve Ortadoğu’da olabileceğini, bu bölgelerde siyasî haritaların değişeceğini, sonunda ABD ve Çin önderliğinde yeni bir BM düzeninin kurulacağını, nükleer silahların imha edileceğini, küresel kapitalizmin dijital evreye geçeceğini ve bunun yeni mücadele biçimleri yaratacağını öngörmek şimdilik kaydıyla akla uygun geliyor. Dünyanın ibret alınacak yeni derslerden geçeceğini, kitlelere yayılma özelliği taşıyan yeni fikirlere, örgütlenme ve mücadele biçimlerine, büyük davalara ihtiyaç olduğunu anlıyoruz. Veryansın, 01. 12. 2024