KURUCU İRADE

Yavuz Alogan

Zor durumda kalan hükümetler, tıpkı başı derde giren insanlar gibi kurtulmaya, çözüm bulmaya çalışırlar. Her zaman köklü çözüm bulamazlar elbette fakat en azından “palyatif” denilen geçici, geçiştirici çözümlerden medet umabilirler; kazasız belasız kendi güvenliklerini sağlama almak için gerekli zamanı kazanmaya, en azından başlarına gelecek felaketi ertelemeye çalışırlar.

Mesela dış politikada yapılan hatalar ülkeyi etnik ve dinî çatışmaların, en olumsuz koşullarda her an patlak verebilecek savaşların eşiğine getirip bırakmışsa ve hükümet ne yapacağını bilemez hâlde uluslararası ilişkilerde serbest düşüşe geçmişse, dışişleri bakanını değiştirmek geçici bir çözüm olabilir. Ya da halkın beslenme ve barınma sorunları dayanılmaz hâle gelmiş, yurttaşlar internet üzerinden böbreklerini satmaya başlamışlarsa, orta sınıf çökmüş, gelir eşitsizliği ülkeyi yutmuşsa ekonomiden sorumlu bakan değiştirilebilir.

Fakat eğer ülke her şeyden sorumlu tek bir adam tarafından yönetilen bir hükümdarlıksa, affını isteyen bir iki “günah keçisi”yle durumu geçiştirmek imkânsızdır. Bu durumda herkesin muhatabı ve her şeyin sorumlusu tek kişidir, en yukarıdadır ve bütün günahların hesabı ondan sorulacaktır. Önce, iç düşmanlar ajanlar beni aldattılar; daha sonra, çevremdeki insanlar beni yanılttılar diye yakınmanın faydası olmayacaktır.

Hükümetler de insanlar gibi hata yapabilirler, aldatılabilirler. Mesela ABD Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyormuş gibi yaparken, İsrail’in SDG’yle birleşmek için meşhur Davut koridorunu açmasına, hatta HTŞ’yi askerî olarak tasfiye etmesine el altından destek veriyor, aslında federal bir yapı arıyor, böylece sizi aldatıyor olabilir. İsrail’in Suriye’ye karşı giriştiği pervasız saldırılar Amerikalıların Suriye konusunda bizi oyalamak için yalan söylediklerini (her zamanki gibi) ortaya çıkardı. Durum değişti. Bir şey olmamış gibi davranamazsınız.   HTŞ’nin Alevi ve Dürzi katliamlarını dikkate alarak, mimarı olduğunuz “Suriye Devrimi”ni gözden geçirmeniz, SDG’yi boşa düşürecek yaratıcı bir politika oluşturmanız gerekir. Suriye ve Irak’taki etnik ve mezhebî desenlerin Anadolu’da da tekrarlandığını bilerek, Suriye Devleti’dir diye IŞİD’den bozma tekfirci HTŞ’ye siyasî, hatta “talep olursa” askerî destek vaat edemezsiniz. Bu, komşudaki yangını içeriye davet etmek olur. Yani heyecanlı ve ideolojik değil, akıllı ve diplomatik olmanız gerekir.

Heyecanlı ve ideolojik görünürseniz sizi aldatmaya devam edeceklerdir. Fakat bu saatten sonra tek başınıza akıllı ve diplomatik de olamazsınız. Olabilseydiniz zaten bu kadar çaresiz duruma düşmezdiniz.

Elbette ekonomik krizler de olur. Fakat iktisatçılar çok önceden Türkiye’deki sorunun klasik iktisadi kriz modeline uymadığını, esas olarak gelir transferinden kaynaklandığını saptadılar. Bunu söyleyenler teorik iktisatçılar. Piyasa iktisatçıları ise et, gıda, tekstil ve inşaat sektörlerinde konkordato ve iflasların peş peşe geldiğini söylüyorlar. Özel koruma altında olmayan şirketler batıyor. Bir hesaplamaya göre   devletin gelirleri, sayıları 60 000 kadar olan bir çekirdek kesime aktarılıyor.  Yani küçük bir azınlık çoğunluğun sırtından aşırı refah içinde yaşarken, çoğunluk açlık sınırında tutunmaya çalışıyor.

Marksist terminolojide buna, “devrimci durum” denir; yani devrim olasılığı vardır.

Saray, ana muhalefet partisinin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” “Tayyip istifa” sloganları ve erken seçim talebiyle yüz binlerce yurttaşı İstanbul’un semtlerinde ve farklı illerde toplayabilmesinin İmamoğlu aşkından kaynaklandığını sanıyorsa çok yanılıyor.  Yurttaşlar Saray rejimini istemiyorlar ve sorunlarının acilen çözülmesini bekliyorlar.

Fakat Saray dış politikadaki açmaz, ekonomideki çıkmaz yetmiyormuş gibi,  milletin kimliğini uluslarası alanda tartışma konusu yapıyor.  Amerikan elçisi Barrack ve İsrail Başbakanı Netanyahu alenen bizim kimliğimizi tartışıyorlar, bunlar Osmanlı mı, millet sistemi bunlara iyi gelir mi diye…

Böyle bir utancı hiçbir ülke yaşamamış, hiçbir millet kendi kimliğinin kendi Devlet yöneticilerinin ağzından bu şekilde tartışma konusu yapıldığına şahit olmamıştır.

 Saray bize dönüp diyor ki siz yüz yıldır kendinizi Türk milleti zannediyordunuz, oysa siz aslında Türk-Kürt-Arap ümmetisiniz, 36 kısım tekmili birden anasır-ı İslâmsınız ve ben sizi bundan böyle Osmanlı eyalet sistemine göre yöneteceğim. Genel seçimlerle kurulmuş Meclis’e kuruculuk vasfı vererek size yeni bir anayasa yapacağım.

Ne hakla! Hangi yetkiyle?

Bu kadarı çok fazla!

Saray en zayıf anında en yükseğe sıçramaya, bütün siyasî toplumu kendi azami programına âlet etmeye çalışıyor.

Bu sıkleti çekecek terazi yoktur.  Ana muhalefet biraz daha bastırır ve gözünü karartırsa Saray erken seçimden kaçamaz.

Peki, erken seçim çözüm olur mu?

Maalesef olmaz.

Saray kendisini Devlet olarak örgütledi. Bu Parti Devleti demokratik yöntemlerle iktidarı seçim kazanan partiye devretmeyecektir.  Devretmeye mecbur kalsa bile her türlü direniş ve sabotajla onu yıpratmaya, aynı ideolojiye ve programa bağlı farklı bir kadroyla kendi devletini restore etmeye çalışacaktır.  Ayrıca seçimleri kazanmaya en yakın partinin ideolojik tutarlılığı ve alternatif programı yok.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel olarak edindiği bütün laik demokratik, kültürel, askerî, diplomatik birikimi iktidar katında toplayarak yeni bir Kurucu İrade oluşturmaktan başka çıkış yolu yoktur.  Bütün muhalefet partilerinin, hatta ana muhalefet partisinin bile, Saray’ı tecrübe ettikçe, Kurucu İrade fikri etrafında toplanmaya mecbur olacaklarını öngörmek kehanet olmaz. Bu fikir, programı da beraberinde getirecektir.

Ya Saray’ın kurucu iradesine boyun eğecek, sonunda sizi de ezerek çökmeye mahkûm bir iktidar yapısına payanda olacaksınız ya da halkın en ilerici, eğitimli kesimlerini harekete geçirerek Cumhuriyet’in kurucu iradesini ortaya çıkaracaksınız.

Bu deneme yanılma, anlama yoklama sürecinin kısa sürmesini temenni ederiz.  Tarih, olayları ve niyetleri tekrar tekrar tecrübe etmenizi, siyasî eğitiminizi böylece tamamlamanızı beklemeyecektir.  Veryansın, 20. 07. 2025