REEL POLİTİKA İHTİYACI

Yavuz Alogan

Türkiye’nin Saray Rejimi altında Batı’dan siyasî ve kültürel kopuşunu isteyenler ve bekleyenler,  karşıdevrim sürecinin tamamlanmasına peşinen razı olmuşlardır. Razı oldukları şey,  milletin ümmet olarak tanımlanması, Devlet’in dinî esaslarla, toplumun da yeni bir mecelle ahkâmıyla, yani İslamî özel hukuk kurallarıyla yönetilmesidir.

Saray Rejimi’nin yarattığı iktisadî ve toplumsal koşullar, rejimin siyasî toplum üzerinde kurduğu ideolojik hegemonyayla birlikte dikkate alındığında, Batı’dan kopuşun farklı bir sonuç vermesi kesinlikle imkânsızdır.

Başka deyişle, Batı’dan kopuş, daha demokratik, yurttaş haklarına saygılı, emekçi kesimlerin örgütlenmesine yol açan bir rejimin kurulmasına yol açmayacak, Saray’a kendi programını hızla tamamlama imkânı sağlayacaktır.

        Siyasî kopuştan NATO’dan çıkılmasını, AB perspektifinin terk edilmesini; kültürel kopuştan ise günümüzde millî olarak tanımlanan İslâmî  hayat tarzına ters düşen ya da onunla çelişen her türlü  kültürel yaratıcılığın ve faaliyetin Devlet eliyle gözden düşürülmesini, zamanla yasaklanmasını anlıyoruz. Kültürel kopuş zaten başlamıştır ve sürmektedir.

        Türkiye için bu kopuş kesin ve geri dönüşsüz olacaktır. Mesela Rusya için bu kesinlik geçerli değildir. Sosyal gelenekleri, dini ve kültürüyle Rusya  16. yüzyıldan günümüze zaten Batı kültürünün içinde gelişmiş, evrensel kültüre katkıda bulunmuş, Aydınlanma çağının kazanımlarını içselleştirmiş, eğitim, bilim ve teknikte ulaştığı yüksek seviyeyi korumuştur.  Siyasî/çatışmalı konjonktür sona erdiğinde Rusya’nın siyasî entegrasyonu kaldığı yerden devam edecek, kültürel yapısı ve sosyal görenekleri değişmeyecektir.

        Türkiye ise son yirmi yıl içinde her bakımdan gerilemiş, ağır bir toplumsal anomi yaşayarak Cumhuriyet Devrimi’nin getirdiği neredeyse bütün siyasî ve kültürel normları kaybetmiş, ağır bir varoluşsal sorunun içine yuvarlanarak kimliğini kaybetmiş, ümmet ithalatıyla demografik yapısı bozulmuş, siyasî iktidarın bilinçli olarak halk arasında yarattığı uzlaşmaz çelişkiler vahim bir iç savaş potansiyeli yaratmıştır.

        NATO’dan çıkması ya da çıkarılması durumunda Türkiye’nin Adalar Denizi, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, Balkanlar, Güney Kafkasya ve Karadeniz üzerinden karşılaştığı baskı ve tehditler artacak ve Sevr Haritası yeniden gündeme gelebilecektir. Bu  ortamda Rusya’nın I. Dünya Savaşı jeopolitiğini gözden geçirmesi, II. Nikolay’ın askerî uzmanlarının İstanbul’un ve Marmara’nın fethi için hazırladıkları ayrıntılı planları en azından hatırlaması, taleplerde bulunması beklenmelidir (bu konuda bkz. Altay Cengizer 2017, özellikle Bl.19, s. 511-555).

Rusya’nın Türkiye’yle ittifakı stratejik değil taktiktir; Karadeniz jeopolitiğinin, Ukrayna savaşının ve enerji krizinin dinamikleriyle belirlenmiştir ve bunlarla sınırlıdır. Rusya, Türkiye’yi  güneyindeki “bölgesel devletler”den biri olarak görmekte, Karadeniz jeopolitiği nedeniyle  önemsemektedir.  NATO’yla ters düştüğü, Batı karşıtı eğilimler sergilediği ölçüde AKP’yi ve onun karşı devrimini desteklemeyi sürdürecektir.  Çin de AKP’yi Batı’dan koptuğu ölçüde destekleyecektir; tam bir kopuşun gerçekleşmesi hâlinde,  jeopolitik (Türkiye limanlarının, stratejik tesislerinin satın alınması) ve ekonomik (kendi halkının refah seviyesini artırmak için ucuz Türk işgücünün sömürülmesi için batılı firmaların terk ettiği alanlara yatırımlar vs) hedeflerini gözetecektir.

Bütün bu nedenlerden ötürü mevcut konjonktür, yani ekonomik, toplumsal, kültürel, jeopolitik koşullardan oluşan toplu durum dikkate alındığında,  Amiral Cihat Yaycı’nın “Türkiye’nin NATO üyeliği Türkiye’yi NATO’dan koruyor” sözü reel politik gerçeğin ifadesidir. Reel politika mevcut durumdan ve küresel güç dengelerinden hareket eder, ideolojik kaygıları, iç kamuoyunun baskısını, siyasî iktidar partisinin seçmen kaygılarını, seçim hedeflerini dikkate almaz.

Türkiye NATO’nun içinde kalarak, Kuzey Atlantik İttifakı içinde kendi hak ve yetkilerini sonuna kadar kullanmalı, kendi taleplerini ve tezlerini savunmalıdır.

Bu yönde bazı gelişmeler olumludur.

Mesela Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Tatlıoğlu’nun “Karadeniz’de ABD ve NATO’yu istemiyoruz” çıkışı,  Cumhuriyet’in Yüzüncü Yıl Töreni’nde donanmanın Vahidettin Köşkü’nü selamlamasına rağmen, çok önemli ve değerlidir. 2011’de  yurtsever Kemalist amiraller ABD’nin taleplerine karşı Karadeniz güvenliğini kıyıdaş ülkelerin sağlamasını ve Montrö’ye uyulmasını savundukları için tutuklanmışlardı. Şimdi aynı görüşü Kuvvet Komutanı’ndan işitiyoruz. NATO’nun içinde kalarak NATO’ya direnmek, dışına çıkıp NATO’yu cepheye alarak direnmekten daha kolaydır.

Devlet’in başında kim olursa olsun göze batan jeopolitik duruma kayıtsız kalamayacağını anlıyoruz.  Fakat bunlar yetmez… Tezlerinizi, taleplerinizi kabul ettirebilmeniz için itibarlı olmanız, demokratik kurumların ve iç cephenin desteğini almanız gerekir.  

Türkiye’nin rejim sorununu çözmesi, Kemalist Devrimi tamamlayarak Toplum Sözleşmesi’ni yenilemesi, halk arasındaki uzlaşmaz çelişkileri çözüme bağlayarak İç Cephe’yi tahkim etmesi, bir Kurucu Meclis’in yapacağı anayasayla  laik, demokratik, sosyal hukuk devletini bütün kurumları ve kuvvetler ayırımı/dengesiyle yeniden kurması, Saray’ın yetkilerini TBMM’ye, Cumhur’un temsilini de Çankaya Köşkü’ne iade etmesi gerekir.

Türkiye bunu yapabilecek tarihsel birikime sahiptir. Sağcı, solcu, ülkücü, dindar, ateist herkesin,  her türlü muhalefetin yurttaşlık bilinciyle bu birikime sahip çıkması gerekir.  Tam bağımsızlık, temsil kabiliyeti olan sahici bir parlamenter sistem, iktisadi ve toplumsal kalkınma, laik bilimsel eğitim üzerinde en geniş mutabakatı sağlamak zorunludur.

Bu rejim nasıl değişir, yarattığı tehlikeler nasıl bertaraf edilir diye düşünmek, nereden çıkıp nereye girelim, kiminle ittifak edelim diye düşünmekten daha güncel, akılcı ve gerçekçidir. Kuracağınız hiçbir ittifak iç sorununuzu çözmeyecektir.

Fakat öncelikle Türkiye’nin geleneksel dış politika konseptine ve karar alma yöntemlerine hemen, acilen dönmesi zorunludur. En önemlisi, siyasî iktidarın Hamas-İsrail çatışmasında olduğu gibi ideolojik saplantılarla hareket etmesini önlemek, savaşların yayılma eğilimi gösterdiği bir ortamda soğukkanlı reel politika izlemek gerekir. 

Arap Birliği ve İslâm Birliği zirve toplantısında bütün devletler  Gazze çatışmasında  Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının meşru temsilcisi olarak muhatap alırken ve “Tüm Filistinli grup ve güçlere FKÖ çatısı altında toplanma ve FKÖ’nün liderliğindeki ulusal ortaklık çerçevesindeki sorumluluklarını yerine getirme” çağrısı yaparken, Sayın Saray’ın Hamas’tan yana neredeyse militan bir  tavır sergilemesi diplomatik bir facia olmuştur. Üstelik dürüst bir tutum da değildir. Kürecik Üssü çalışıyor ve Amerikan uçakları İncirlik’ten kalkıp Kıbrıs’taki Agratur üssü üzerinden  İsrail’e Filistinlileri öldürmesi için mühimmat taşıyor (bkz. Fikret Akfırat, “İncirlik’ten İsrail’e Silah Taşındı,” Aydınlık, 19. 11.23).

Lübnan Hizbullah’ı ve İran bile ihtiyatlı bir dil kullanırken, Sayın Reis’in  öğrenci derneği başkanı gibi davranarak, kendi halkının çoluk çocuk parçalanarak, yakılarak, ezilerek ölmesine ve vatanını kaybetmesine sebep olan, üstelik İsrail’le savaşma kapasitesi de gösteremeyen Hamas’ı “kurtuluş ve mücahit grubu” olarak muhatap alması ne içeride ne de dışarıda politik getirisi olabilecek bir gösterişten ibarettir.

Devletler bu şekilde karar almazlar, devlet başkanları duygularıyla konuşmazlar. Devlet’in karar alma tarzı ve ideolojik saplantının tezahürü olarak duygusallık, başlı başına bir beka sorunu olarak ülkenin geleceğini tehdit etmektedir.  Veryansın, 19. 11. 2023