ORTADOĞU’DA SAVAŞ VE TÜRKİYE

Yavuz Alogan

        Üçüncü Dünya Savaşı’nın bölgemize sıçraması, Saray rejiminin 100 yıllık Cumhuriyet parantezini kapatma girişimiyle tehlikeli biçimde çakıştı.

        Biden, ulusa sesleniş konuşmasında,  Hamas’ı Rusya’nın yanına koydu.  “Hamas gibi teröristler ile Putin gibi diktatörlerin kazanmasına izin veremeyiz,” dedi (AA, 20. 10.23). Biden’ın sözleri, 2000’li yılların başında  kullanılan “bölgeye demokrasi getirme” argümanını ABD’nin sürdüreceğini gösterdi: “Hamas ve Putin farklı tehdit teşkil ediyor ancak ortak bir noktaları var, ikisi de demokratik komşularını tamamen yok etmek istiyor” (AA, 20.10.23). Pentagon’un hem Ukrayna’da hem de Ortadoğu’da uzun ve giderek tırmanan bir savaşı göze aldığını anlıyoruz.

        Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dimitriy Medvedev  ise İzvestiya’da yayımlanan makalesinde (19. 10. 23), en kötü olası durumu, “kulağa ne kadar acı gelse de” … “bölgesel güçler tarafından nükleer silahların kullanıldığı, büyük güçlerin nükleer müdahalesi” olarak tanımladı. Medvedev, barış çabalarında başarı umudunun “hayaletten farksız” olduğunu, bütün tarafların “anlık askerî hedeflerin peşinde” olduklarını ve “barışı pek az insanın istediğini” kaydetti (Harici, 20. 10. 23, Rusçadan çev. H. Yalın).

        Karşı tarafın uzmanları da aynı fikirde.

        Foreign Affairs’in mülakat yaptığı CFR dış politika uzmanı, eski diplomat  Martin Indyk,  1973 Yom Kippur Savaşı’nda Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın İsrail’le barış yapmak için savaşa girdiğini, oysa Hamas’ın İsrail’le barış yapmak gibi bir niyetinin olmadığını belirtti.  Zamanlamaya dikkati çekti.  Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve İbrahim Anlaşmalarını imzalayan ülkeler (BAE ve Bahreyn’den Fas ve Sudan’a uzanan) şimdiki savaşın uzun sürmesi hâlinde İsrail’le kurdukları barışçı ilişkileri sürdüremeyeceklerdi. İsrail’le ilişkileri düzelten Arap ülkeleri (Türkiye’yi de ekleyebiliriz) “sorunun kontrol altında olduğunu düşünüyorlardı. Ancak şimdi (…) bütün varsayımları yerle bir oldu. Ve bununla yüzleşmek zorunda kalacaklar” (FA, 07. 10. 23).

        İran defalarca İsrail’i haritadan silmek istediğini söyledi.  İran Devrim Muhafızları Komutanı 2019’da İran İslâm Devrimi’nden 40 yıl sonra İsrail’i yok etmenin artık  “ulaşılabilir bir hedef” olduğunu ilan etti. “Bu uğursuz rejimin haritadan silinmesi gerekiyor ve bu artık bir hayal değil, başarılabilir bir hedef,” dedi (Euronews, 30. 09.19).

        İsrail askerî uzmanları ise 2021’de İran’ın bir ay içinde  nükleer silah yapmaya yetecek kadar zenginleştirilmiş uranyum üretebileceğini, nükleer imlâ maddesini balistik füzeye yüklemek için gerekli savaş başlığını ise 18-24 ay içinde yapabileceğini söylediler (BBC, 23. 11.21).

        İsrail 1981’de Irak’ın, 2007’de Suriye’nin nükleer reaktörlerini bombaladı. ABD, İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırı kararını sürekli geciktirdi. Fakat Hamas’ın, Gazze halkını İsrail’in katliama dönüşen insafsız darbelerine terk ederek yaptığı hamle, İsrail-ABD’ye İran’a saldırma konusunda eşsiz bir fırsat sağladı. İran’dan destek gören  İslâmcı hareketlerin güçler dengesini dikkate almayan aşırı özgüvenli hareketleri önümüzdeki günlerde emperyalist devletlere sayısız saldırı bahanesi sağlayacaktır.

        İsrail-ABD’nin İran’a saldırması hâlinde Rusya kendisi için tekin olmayan Güney Kafkasya üzerinden ikinci bir cephe açmaktan özellikle kaçınacaktır. Rusya iki cephede savaşmaz. İsrail’in Şam ve Halep havaalanlarını vurmasının bir amacı da muhtemelen   Rusya’nın tepki süresini ölçmekti. Rusya tepki göstermedi. Putin’in Karadeniz üzerinde devriye uçuşu yapan MIG-31 uçaklarıyla 1000 km menzilli Kinzhal füzelerinden söz etmesi, Doğu Akdeniz’deki ABD  gemilerinden “kazara” Lazkiye kıyılarını ve / ya da Hmeymim Hava üssünü hedef alabilecek füzeler için önceden yapılmış bir uyarıdır; İran’la ilgisi yoktur. 

        Rusya’nın kırmızı çizgisi İran değil, Doğu Akdeniz’deki  kendi askerî varlığının güvenliğidir.  İran’ın hedef alınması, her türlü ideolojik kaygıdan arınmış olarak  bütün devletlerle işbirliğine hazır olan ve askerî dikkatini Pasifik’te yoğunlaştıran   Çin’in kuşak-yol girişimini engellemez, gecikmeye neden olabilir. Çin, Molla Devleti’nin yerini alacak devlet ya da devletlerle de işbirliğine hazır olacaktır.  

         Ne İslamî ne de ulusal Arap davasına ilgi duyan, İsrail’le askerî ilişkileri, stratejik ortaklığı olan Azerbaycan, saldırı başladığında esas olarak  İran’ın kuzeyindeki Azerî kökenli nüfusla ilgilenecektir.

Türkiye ise Kürecik’ten İsrail’in desteklenmesine, Anadolu topraklarındaki bütün Amerikan üslerinin azami ölçüde faaliyet göstermesine izin verecektir. Bu destek Saray’ın ülkeyi olağanüstü hâl rejimiyle yönetmesini gerektirecektir.

Saldırı durumunda İran’da Molla rejimine karşı  halk ayaklanmasının başlayacağı, devlet aygıtının Irak’a müdahale (2003) sırasında görüldüğü gibi bölüneceği nerdeyse kesindir. İran’ın sınırlarının değişmesi, Batı’nın ve İsrail’in  bölgede bir Kürt devletinin kurulması için yaptığı baskıyı artıracak, Suriye ve Irak’la birlikte Türkiye’nin sınırları da  tartışma konusu olacaktır.  

        Yukarıdaki olasılık değerlendirmelerinin spekülatif olduğunu, yüzeysel izlenimlere dayandığını belirtmem gerekir. Bu spekülasyonları sonsuza kadar genişletmek,  Arz-ı Mevûd ya da muhayyel Kürdistan ile İsrail’i birleştiren Davud Koridoru gibi efsane kabilinden “stratejileri,” hatta savaşın ileriki evrelerinde ABD-İsrail ile Rusya’nın bölgeyi nüfuz alanlarına bölen bir anlaşma yapabileceklerini bile eklemek mümkündür. Savaşların seyrini askerî tecrübe, uzun vadeli stratejik analiz, askerî teknoloji ve üretim kapasitesi ve nihayet sahrada ateş gücü ve bazen de tesadüfler belirler.

Büyük savaşlar dinamik ve sürprizlere açık süreçlerdir. Nihai sonuç,  tıpkı sokak kavgalarında olduğu gibi, çatışmadan sonra tarafların çıkaracakları kayıp / kazanç envanterlerinde görülür. Ve ünlü savaş tarihçisi Jeremy Black şöyle der: “İki devlet ya da kuvvet savaşa girişirlerse, genelde her iki taraf da kendisinin kazanacağına … inanır ve  bu konuda taraflardan biri her zaman hatalıdır” (Jeremy Black 2021, s.416).

        Bu savaş Türkiye’nin Saray Devleti’ne Allah’ın son yirmi yıl içinde esirgemediği lütuflardan biridir.  Daha şimdiden sığınmacı karşıtlarını ve milliyetçileri kelepçe vurarak tutuklayan Saray,  çok isteyip de bugüne kadar beceremediği baskı ortamını savaş sayesinde yaratabilecek,  İç Cephe’yi kendi taraftar kitlesiyle kurma girişiminde bulunabilecektir. Amacı, yeni bir anayasayla 100 yıllık Cumhuriyet parantezini kapatarak fiilen dinî esaslara dayalı, hanedan benzeri bir sistemle yönettiği iktidar yapısına hukuki meşruiyet kazandırmaktır.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük tehdidiyle yüz yüzedir. Tehdit, dışarıdan ya da aşağıdan değil yukarıdan, mevcut siyasî iktidarın zirvesinden gelmekte ve siyasî toplumun aymazlığından beslenmektedir.

Rusya-Ukrayna savaşı Güney Kafkasya ve Karadeniz’e yayılmadığı sürece Saray büyük güçler arasında denge politikasını sürdürebilecek, İran’ın savaşa girmesi hâlinde  Ortadoğu’da Batı yanlısı Sünnî devletlerle birlikte hareket etmeye çalışacaktır.

Sürecin ileriki aşamalarında Saray’ın, ideolojik ve programatik olarak kendisini AKP’den ayıramayan  muhalefet partilerinden çok,  sığınmacılarla bütünleşen radikal İslamcı hareketlerle başının derde girmesi muhtemeldir. Aslında göçmenler ve sığınmacılardan da güç alan radikal İslamcı hareketler irili ufaklı bütün Arap devletlerinin de sorunudur. Daha 2006’da  Suudi Arabistan, Umman ve Bahreyn’deki iş gücünün yüzde 50-70’ini, diğer Körfez ülkelerinde yüzde 80-90’ını göçmen işçiler oluşturuyordu (Hanieh 2011, s. 108). Bizdeki göçmen ve sığınmacılar ile Arap ülkelerindekiler arasındaki fark, onların  disiplin altında tutulan işçiler, bizdekilerin ise çoğunlukla politikleşmeye yatkın, kendi içinde örgütlü  asalaklar olmasıdır.

Bütün dünyanın sorunu Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin ABD’nin denetimine girerek işlevini tamamen kaybetmiş olmasıdır. İki gün önce Refah sınır kapısında Antonio Guterres, BM Genel Sekreteri gibi değil de insanî yardım konvoyu sorumlusu gibi konuşmuş,  sesini duyan, temsil ettiği kurumu ciddiye alan  olmamıştır.

Dünyanın gidişatı 1849’da toplanan İkinci Uluslararası Barış Kongresi’nde konuşan Victor Hugo’nun şu kehanetini doğrulayacak gibidir: “Bir gün gelecek, mermiler ve bombalar oyların, ülkelerin genel oy hakkının, büyük bir egemen Senato’nun saygıdeğer hakemliğinin yerini alacak.” Veryansın, 22. 10. 2023