SARAYIN STRATEJİSİ: İKTİDARDA KALMAK

Yavuz Alogan

        İç ve dış politika bir bütündür, birbirini yansıtır. Ülkenizin rejimi, yönetim biçimi,  iktisat politikanız, eğitim sisteminizin niteliği,  toplumun  bilinç ve örgütlenme düzeyi dış politikanızı belirler, onu güçlendirir ya da zayıflatır.

Söz gelimi ekonomiyi küresel piyasa aktörlerine teslim etmişseniz, eğitim öğretim sisteminiz kaliteli iş gücü üretecek yerde teokratik bir bataklığın içinde debeleniyorsa stratejik kaygıları olan  bağımsız bir dış politika izleyemezsiniz. Paranızı,  borsanızı, varlıklarınızı kontrol eden her kimse, dış politikanızı belirleyen de odur.

        İktidarının ilk döneminde Sayın Reis ve yakın çevresi Türkiye’nin dış politikasını başbakanlık dış politika danışmanı (2003-2009) ve bir dönem dışişleri bakanı (2009-2014) olan Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabındaki esaslara uyarlayabileceğini düşündü.

        Uyarlama çabasının Saray’a kazandırdığı dış politika vizyonu zamanla sadeleşip basitleşerek büyük güçler arasında “salıncak politikasına” (terim Amiral  Gürdenize aittir) ve  tüccar mantığını temel alan “win-win” (kazan / kazan) yaklaşımına ulaşarak sona erdi.

        Sayın Davutoğlu  ütopik de olsa bir dış politika modeli kuran ve asla yabana atılmaması gereken “Stratejik Derinlik” kitabında (ben şahsen iki kez okudum) Türkiye’nin küresel konumunu tanımlıyordu. Buna göre Türkiye coğrafyası Balkanlar’ın, Ortadoğu’nun ve Kafkasya’nın dışmerkezi (“epicenter”), genelde Avrasya’nın merkezi durumundaydı ve Akdeniz’den Pasifik’e kadar uzanan  Rimland’in (nüfus, doğal servet ve endüstri kuşağı) ortasında yer alıyordu.

AKP zihniyetinin iktidara gelmesi ve  bütün devlet kurumlarını ele geçirmesiyle birlikte tarihî bir fırsat doğmuştu. Türkiye tarihî ve coğrafi avantajlarını kullanmalı, Batı’yla olan ilişkilerini çok yönlü bölgesel ittifaklar kurarak dengelemeli, böylece yeni bir güçler ilişkisi oluşturmalıydı.

Türkiye, tarihinde ilk kez  Osmanlı İmparatorluğu’nun jeopolitik mirasını üstlenmiş, bir Müslüman süper güç olarak İslâm dünyasını birleştirme potansiyeline sahip olmuştu. Dolayısıyla Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun kadim bölgelerine ekonomik ve gerektiğinde askerî olarak açılması artık mümkündü. Nitekim SSCB’nin  dağılmasından sonra Çarlık politikalarını izleyen Rusya da kendi kadim imperium’una yönelmiş, eski imparatorluk bölgelerine açılmıştı (o sırada Ukrayna’daki askerî kilitlenme ve insanî felaket henüz ufukta görülmüyordu).

Sayın Davutoğlu’nun kitabında, bugünkü kadar ilkel ve günübirlik olmamakla birlikte, AKP’nin Türkiye’nin jeostratejik konumunu pazarlayarak ABD ve Rusya’yı birbirine karşı oynama taktiğinin izlerini de buluyoruz.

Soğuk Savaş’tan sonra NATO’nun  genişleyerek doldurmaya başladığı  jeopolitik boşluk alanlarının aslında  “Osmanlı/Türk-Rus/Sovyet/Rusya rekabet hatları” olduğunu belirten Davutoğlu, bu durumun NATO-Rusya ilişkilerinde doğabilecek bunalımların Türk-Rus ilişkilerine yansıma riski taşıdığını fakat aynı zamanda  Türkiye’nin ikili ilişkilerinin küresel dengeleri belirleme gücünü de ortaya koyduğunu  söylemekte, NATO üyesi olarak Türkiye’nin Rusya’yla olan ikili ilişkileri sayesinde küresel bir oyuncu olabileceğini ima etmekteydi.  

Türkiye  geleneksel dış politikasından bu şekilde koptu, diplomatlar ve askerî uzmanlar kenara itildi.

Buna benzer stratejiler  yeterince geliştirilmemiş olmakla birlikte daha önce de dile getirilmişti. Turgut Özal 1990’larda “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk dünyası”ndan söz etmişti.  Sayın Reis’in günümüzde sık sık dile getirdiği “iki devlet tek millet” sözü de aslında Süleyman Demirel’e aitti. Sayın Saray’ın ideolojik yaklaşımı  ise farklıydı; Türklüğü değil İslamcılığı (İhvancılığı) temel alıyordu ve ilk planda güney sınırlarımızın ötesinde İhvancı bir ittifakla   Sünni bir  nüfuz alanı oluşturmayı amaçlıyordu.  

Fakat İhvancılık Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da çöktü; Rusya Doğu Akdeniz’e indi ve orada ayrı bir karargâh kurdu; İran Şiiliği’ni örgütleyen  Haşdi Şabi bölgede siyasî ve askerî faaliyet alanını genişletti ve en önemlisi ABD, Türkiye’ye yönelik bir tehdit olarak PKK/YPG’yi nizami ordu olarak örgütledi. Yanı sıra Batı’da Abraham Accord (İbrahim Anlaşmaları) denilen oluşum, AKP’nin  Arap ülkeleri arasındaki hareket alanını daraltırken Türkiye’yi İsrail’le yakınlaşmak, Suriye’yle barışma girişiminde bulunmak zorunda bıraktı. Bu arada  20 kez toplanan Astana Zirvesi sonuçsuz kaldı.

Bu gelişmeler stratejik derinliği Türkiye için sığlaştırdı. Saray dış politikasını hamasetle,  büyük güçler arasında salınarak ve sallanarak yürütmeye başladı.

Aslına bakılırsa Sayın Davutoğlu’nun stratejik derinliği, diğer değişkenlerin sabit kalması (ceteris paribus) şartıyla, masa başı bir teorik çalışma, kapalı bir model olarak kendi içinde tutarlıydı. Fakat  Saray son yirmi yılın özellikle ikinci yarısında bu Büyük (Grand) Strateji’nin potansiyel alt yapısını tahrip ederek iktidarını sürdürebildi.

Büyük (Grand) Strateji,  güçlü bir   iktisadi altyapıyı,  rekabetçi bir üretim sistemini, teknolojik yenilenme kapasitesini, kalifiye insan gücü yetiştiren  eğitim kurumlarını, halk arasında uzlaşmaz çelişkilere yer vermeyen sağlam bir iç cepheyi   gerektiriyordu. Saray rejimi bu başlıklarda mevcut potansiyelin tamamını, ülkenin yenilenme imkânları, Cumhuriyetin bütün kurumları ve yetişmiş kadrolarıyla birlikte yok etti ve yerine bir şey koyamadı.

Strateji kurma imkânını kaybeden Saray  ekonominin yönetimini  de elden kaçırınca Batı’nın yörüngesine girdi  ve dış politikada ABD-NATO-AB’nin Rusya’ya ve Çin’e karşı geliştirdiği konsept içinde savrulmaya başladı.

Günümüzde Saray’ın tek bir stratejisi vardır, o da iktidarda kalmaktır.

Bu strateji, şimdiki durumda,  yerel seçimlerden zaferle çıkmayı,  TBMM’deki siyasî partilerin program ve ideolojilerinin bir gereği olarak üzerinde kolayca uzlaşabilecekleri bir anayasayla yirmi yılda yaratılan fiili durumu hukukî bir yapıya kavuşturmayı, tek parti ideolojisini devletin resmî ideolojisi hâline getirerek bir baskı rejimi kurmayı gerektirmektedir.

Saray’ın gerek yerel seçimlerde gerekse olası anayasa referandumunda muhtaç olduğu seçmen desteğini sağlamak için  “güvenlikçi” bir politika izleyeceğini, dış politikada gerilim yaratacağını ve   güvenlik güçlerini kullanarak tabanını konsolide etmeye, kitle desteğini  genişletmeye çalışacağını anlıyoruz.  7 Haziran – 1 Kasım 2015 seçimleri arasında   AKP benzer güvenlikçi politikalarla netice alabilmişti. O dönemin neredeyse bütün özellikleri ve söylemleri son bir hafta içinde gündemi belirledi.

Yandaş medya kanallarında  “strateji uzmanı” olduğunu iddia eden demagoglar Türkiye’nin ABD’yi tehdit ettiğini, terör konusunda kesin çözüme yöneldiğini, Türkiye-Suriye sınırındaki 30 km.lik şeridi temizleyeceğini, bu iş için hangi harp vasıtalarını, bu arada ÖSO’yu nasıl kullanacağını vs. ayrıntılı biçimde anlatmaya başladılar. Yoksullukla boğuşan, açlık sınırında yaşayan halkı etkileyecek, cezbedecek başka bir yöntem bulamadıklarını anlıyoruz.   

Saray’ın   sınır ötesinde netice alacak bir askerî harekâta girişmesi,  Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya kadar içinde bulunduğumuz bölgenin barut fıçısına dönmüş durumu, Türkiye’nin zayıflayan iç cephesi ve vahim demografik sorunları dikkate alındığında  mümkün değildir, teşebbüs edilmesi hâlinde de tehlikelidir.

Siyasî iktidar  kendi seçmen tabanını genişletsin diye dış politikanın ve askeriyenin  iç politik amaçlarla kullanılması bütün dünyaya teşhir edilen ağır bir devlet zafiyetidir. Türkiye’nin Toplum Sözleşmesi bozulmuştur. Ne bir Grand Stratejisi ne de üzerinde mutabakata varılmış bir Millî Güvenlik Belgesi vardır. Dış politikası ve güvenliği Saray’ın iktidarda kalmak için sürdürdüğü gösteri niteliğinde taktik manevralara kilitlenmiştir. Veryansın, 06. 10. 2023