Yavuz Alogan
Haziran 2013’te İstanbul’da başlayarak Türkiye’nin neredeyse tamamına yayılan protesto gösterileri neoliberal iktisat politikalarına ve sosyal-devletin sönümlenmesine karşı bütün dünyada görülen isyanlardan biriydi.
Bizdeki gösterilerin başlangıcı, yayılması, slogan ve talepleri doğal olarak farklıydı.
Olaylar bir provokasyonla başladı: Gezi Parkı’ndaki çadırların ateşe verilmesi. Zabıta memurlarının sökmeye başladıkları çadırları yakma talimatı veren İl Emniyet Müdür Yardımcısı daha sonra FETÖ’den yargılandı.
Protesto gösterileri İstanbul’a yayılmaya başladığında, PKK’nin sivil uzantısı olan partinin bazı unsurları rol almaya çalıştılar fakat kendi adamları tarafından durduruldular. Daha sonra BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş “Gezi’ye mesafe koyduk,” diyecekti; “Hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz anlayışı vardı.” O sırada “Çözüm Süreci” devam ediyordu. AKP’nin yanında durmayı uygun gördüler.
Neyse, uzatmayalım…
Haziran Ayaklanması’ndan sonra, solcu gibi duran liberaller, sevimli bir “gezici / çapulcu” tipolojisi yaratmaya çalıştılar. Genellikle üniversite öğrencisi olan “Gezici” genç, “orantısız zekâ” sergileyerek protesto gösterilerine mizah katmış, polisle ve her şeyle dalga geçen yaratıcı sloganlarla, duvar yazılarıyla ortamı şenlendirmiş ve renklendirmişti. Bunda elbette doğruluk payı vardı fakat bu yapay, imal edilmiş bir tipolojiydi. Nitekim Haziran’dan sonra söz konusu karakter birden kayboldu, bir daha görülmedi.
Geçmişte yaşanan benzer olaylarla kıyaslandığında polis Haziran Ayaklanması sırasında dikkatli davrandı. Birkaç istisna dışında iç disiplinini bozmadı. Yetmişli yıllarda görüldüğü gibi ayrı bir politik özne olarak hınçla hareket etmedi. Göstericilerin birleşmesini önlemek için kitleyi sokakta manevra yaparak bölmeye, küçülterek dağıtmaya çalıştı. Polisin göstericilerle yakın temastan kaçınma çabası aşırı gaz kullanmasına yol açtı. Aksi halde kayıplar daha fazla olurdu (8 gösterici, 2 polis hayatını kaybetti; yaklaşık 10 000 kişi yaralandı).
Ankara’daki olaylar sırasında ayaküstü konuştuğum iki polisin isteksizliği dikkatimi çekti. Birisi, ataması yapılmayan bir öğretmendi. Diğeri, liseyi bitirdikten sonra babasının marangoz dükkânında çalışırken polis olmaya karar vermişti. Özel olarak yetiştirilmiş, AKP ideolojisiyle endoktrine edilmiş kişiler değil, polis üniforması giydirilmiş bildiğimiz yurdum insanlarıydı.
AKP hükümeti de başlangıçta çok anlayışlıydı. “Gezici” gençlere hak veriyor, eylemlerini neredeyse makul buluyordu.
Mesela zamanın Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı özeleştiri yaptı. “Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi biz beş günde başardık ve normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek olan birbirinden çok farklı kesim, grup, fraksiyonları toz duman içerisinde birbirleriyle buluşturduk,” dedi (Hürriyet, 02. 06.13)
Bülent Arınç bile şöyle dedi: “Çevreye duyarlı insanların olduğunu kabul ediyoruz. Kimisi sanatçı, kimisi halktan, kimisi yazar, kimisi çizer. İstanbul’un yeşil alanının AVM’ye dönüşmesine karşı çıktılar. Takdirle karşılamak lazım” (Milliyet, 01. 06. 13).
Devlet Bahçeli “Geziciler”e sahip çıktı, Başbakan Erdoğan’ın “bir istikrarsızlık kaynağı” olduğunu söyledi. Ona hitaben, “Bil ki Türk gençliğini sana çiğnetmeyiz, böldürmeyiz, teslim etmeyiz ve yedirmeyiz,” dedi (Milliyet, 11. 06. 13). O sırada Taksim’de bazı göstericiler hükümeti protesto ederken Bozkurt işareti yapıyorlardı. Kılıçdaroğlu ise “Onlar Türkiye’nin gençleri!” diye seslendi. “Onların haklı eylemlerinin yanında kapı gibi CHP duracaktır” (NTV Haber, 11.06.13).
Fakat protesto gösterileri ve yürüyüşler ülke sathına yayıldıkça, halk katına indikçe, “Gezici” gençlerin ağaç çiçek sevgisi gerilerde kaldı. Gençlerin “orantısız” zekâsı, yerini halkın bağrından kopan dehşet verici, azimli bir büyük öfkeye bıraktı, hükümeti tehdit eden sloganlar meydanları çınlatmaya başladı.
Ve ne zaman ki milyonlar sokağa çıkmaya, sloganlar ve talepler değişmeye, kalpaklı genç Mustafa Kemal posterleri ve Türk bayraklarıyla yürüyen sıradan insanlar “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye slogan atmaya, “Hükümet istifa” diye bağırmaya, polisle ölümüne çatışmaya başladı, işte o zaman işin rengi değişti, hükümette şafak attı!
Protesto gösterileri siyasî iktidara karşı Cumhuriyetçi bir halk ayaklanmasına dönüşmüştü.
O sırada hâlâ FETÖ örgütüyle sarmaş dolaş ulusalcılara karşı operasyonlar yürüten hükümet (17-25 Aralık’a daha birkaç ay vardı) hemen ağız değiştirdi. Olaylar sırasında yurt dışında olan Başbakan ülkeye döner dönmez sabahın 3’ünde otobüs üzerinden İstanbul’daki taraftarlarına hitap etti, onları çevresinde toplayıp tahkim etti. Ardından Bakanlar Kurulu’nu toplayıp hükümeti hizaya soktu. Bu toplantı sırasında bir bakanı bizzat patakladığı iddia edilecekti.
Ve nihayet Sayın Reis iç savaşı bile göze aldığını şu sözlerle ifade etti: “Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz bu ülkenin en az yüzde 50’si var.”
Kitlesel gösterilerin Cumhuriyet’i, Mustafa Kemal’i, laikliği savunan, hükümetin istifasını talep eden milyonlarca insanın protestosuna dönüşmesi, siyasî iktidarda derin bir korku yarattı. O günden sonra bu korku asla eksilmedi, sürekli arttı.
Haziran olaylarının son sahnesinde bütün değerleriyle birlikte yok etmeye çalıştıkları laik Cumhuriyet’in dirilişini, iktidarlarının muhtemel akıbetini görmüşlerdi.
Mutlaka bir suçlu bulmaları, ibret olsun diye cezalandırmaları gerekiyordu. Sonunda bula bula göstericilere kumanya dağıttı, oturmaları için sandalye verdi diye Osman Kavala’yı buldular. Oysa Kavala, Haziran Ayaklanması’nda siyasî iktidarı ve bütün gericileri korkutan şeye, Cumhuriyet değerlerine, en az onlar kadar yabancı ve karşıydı.
Divan Oteli’nin kapılarını göstericilere açan meşhur işadamına dokunmadılar mesela, hakkında dava bile açmadılar. Osman Kavala’yı ise bir numaralı halk düşmanı ilan ettiler, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm ettiler, onu aşağılayan televizyon dizisi bile yaptılar.
Bu tuhaf durumu Sayın Reis’in bilinmeyen -bugün bilmediğimiz ama ileride mutlaka açığa çıkacak- bir nedenle Osman Kavala’ya duyduğu intikamcı nefret duygusundan başka bir şeyle açıklamak mümkün görünmüyor. Adama takmış bir kere, çok önceden kafasında müebbete mahkûm etmiş.
“Gezi davası”nda haklarında verilen mahkûmiyet kararları Yargıtay tarafından onanan kişilerin Haziran Ayaklanması’nın iktidar çevrelerini özellikle korkutan bölümüyle ne örgütleyici, ne azmettirici ne de katılımcı olarak ilişkileri olabilir. Suç olmadan ceza verilmiş, Türkiye’nin kıdemli hukukçularından Turgut Kazan, “Son altmış yıldır bu kadar vicdansız bir karar görmedim,” demiştir.
Son tahlilde Haziran Ayaklanması siyasî iktidara karşı başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet devrimlerini savunan, kendiliğinden bir halk hareketine dönüşmüştür ve bu özelliğiyle 2007 Cumhuriyet Mitingleri’nin devamı, önümüzdeki yıllarda patlak verecek benzer halk hareketlerinin habercisi, provasıdır.
Haziran Ayaklanması, sosyal devlet, toplumsal kalkınma, eşitlik özgürlük kardeşlik talepleriyle bu yüzyılda dünyanın her yerinde yükselen ve yükselecek olan büyük halk hareketlerinden biri olarak tarihteki yerini almıştır; onurumuz ve gururumuzdur.
Belleğimde çok belirgin üç görüntü kaldı.
Birincisi, aileleriyle birlikte insanların sabahın ikisinde evlerinden çıkıp ellerinde bayraklarla marşlar söyleyerek köprüden geçip Beşiktaş’taki polis barikatına doğru yürüyüşleridir.
İkincisi, Ankara Kızılay Meydanı’nın orta yerinde iri yapılı bir kadının polisin attığı gaz kapsüllerine, sarsılmadan, elindeki Türk bayrağını geniş kol hareketleriyle sallamaya devam ederek direnmesidir.
Üçüncüsü, Ankara Seyranbağları’nda ellili yaşlarında bir adamın ayağında çizgili pijaması, üzerinde atlet fanilasıyla gaz bulutlarının arasından elinde bir kalasla çıkıp polis panzerini durdurmaya çalışmasıdır.
Onlar emekçi insanlardı. Cumhuriyet değerlerine bağlı Türk halkının ta kendisiydi. Bu ülkenin Kuruluş İlkeleri’ne dönerek varlığını sürdürmesi bugün de onların vereceği mücadeleye bağlı. Veryansın, 01.10.2023