Yavuz Alogan
Bu seferki seçimlerde seyirlik gösteri özelliğinin zayıf kaldığını görüyorum. Siyaset giderek bana bir kukla oyunu, siyasetçinin söylemi ise kuklacının replikleri gibi geliyor. Kulis çok geniş ve canlı, sahne çok dar ve cansız, dekorlar sahte, ışıklar loş. Seyirciye bilinç ve vicdan değil, korkular yol gösteriyor. Hakikate temas eden sözler bile boşlukta yankılanıp başka sözlerle karıştıkça insanın kulağına yalan gibi geliyor.
Deprem felaketi olmasaydı da (keşke olmasaydı!) bu kasvetli durum değişmez, kötüleşen hayat şartları ve hızla irtifa kaybeden her türlü standart, halkta umut edecek, siyasetle eğlenecek mecal bırakmazdı. Halkın topluca neşelenip umutla dolup taştığı o muazzam kitle gösterilerinden, yurttaşın ruhuna inşirah (ferahlık), zihnine küşâyiş (parlaklık) veren karnaval benzeri o şenlikli eski zaman mitinglerinden eser yok.
Yukarıdaki paragrafta yer alan “inşirah” ve “küşâyiş” sözcüklerini görünce tüyleri diken diken olan sevgili öz ve arı/duru türkçeci arkadaşlara, buna benzer antika sözcüklerde hoş bir tını ve mana derinliği bulduğumu itiraf etmek isterim. O kadar yaşlı da değilim ama inşirah, küşâyiş, teşâşür, teressübat, mütecessis gibi eski sözcüklerden nedense hoşlanıyorum, elimde değil. Eleştiriliyorum da doğal olarak.
Mesela Hâlâskâr Zabitan grubunun 1912’de yazdığı bildiride geçen şu ifadeyi ele alalım: “Memleket hufre-i inkıraz ve pençe-i izmihlâldir.” Bu heybetli ifadeyi Türkçe yazdığınızda, “memleket uçurumun kıyısında ve yıkımın pençesinde” gibi sıradan, yavan bir ifade ortaya çıkıyor.
Dil değişir, plastiktir, canlıdır. Talimatla, komisyon kararıyla, resmî kılavuzla kural getirip, ekleme çıkarma yapamazsınız. Tutmaz. Birbiriyle çelişen elli tane yazım kılavuzu çıkar ortaya, hele ki yazı çizi işleriyle uğraşıyorsanız, hangisi doğrudur bilemezsiniz. Üstelik ukalalığa, bilgiçlik taslamaya çok müsait bir alandır.
Kültürel ortamda dil nasıl yaşıyorsa öyle gelişir, kendi yolunu açarak ilerler. İçinde yaşadığınız maddi ve entelektüel üretim ilişkileri, kültürünüz, edebiyatınız ne kadar gelişirse, sosyal ortamınız ne kadar karmaşıklaşırsa diliniz de o kadar gelişir, ifade gücü artar, çoğalarak zenginleşir. Kültürünüz çoraklaşır, edebiyatınız geriler, toplumsal ilişkileriniz zayıflarsa diliniz de geriler, yazılı ve sözlü olarak derdinizi birkaç bin sözcükle, “gak/guk” diye anlatırsınız. Dilin lezzeti kalmaz, sözcükler çağrışım yapmaz. Dilde lezzet aramayan, ne okuduğundan ne de yazdığından tat alabilir.
Marifettir tek cümle içinde çok şey söylemek.
Mesela Mustafa Kemal’in herkesin bildiği şu sözünü alalım: “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
Tek bir cümlede kaç şey söylüyor… Medeni vasfımız ve kabiliyetimiz var bizim fakat unutulmuş/unutturulmuş. İnkişafı başlatan bir inkılapla bu durum değişmiş. Bundan sonra yüksek medeniyetin ufkuna ancak yeniden hayat bulan vasfımızla ve kabiliyetimizin inkişafıyla ulaşabiliriz, dünyayı aydınlatabiliriz. Ve bundan asla şüphe edemeyiz. Burada zengin bir dil görüyoruz.
Atatürk’ün telgraflarında da bunu görebiliriz. Böyle şeyleri nasıl yazabildiğini hep merak etmişimdir. Savaş koşullarında, en kritik ve belirsiz durumlarda birkaç dakika içinde kararını verip, muhtemelen Ankara Garı’ndaki direksiyon binasından çıkıp hızlı adımlarla karargâh binasının altındaki telgrafhaneye gidiyor ve mesela “Kâzım Karabekir Paşa Hazretleri”ne diye başlıyor; askerî/politik bir durum değerlendirmesi yapıyor, seçenekleri sıralıyor, uygun seçeneği belirtiyor ve emir veriyor. Hepsini şaşılacak kadar zengin bir dille bir ya da iki paragrafa sığdırıyor.
Yabancı sözcüklere duyulan alerji de bana hep tuhaf gelmiştir.
Bir kimya ya da fizik laboratuvarı deneyinin raporunu, hatta bir tıbbî muayene ya da otopsi raporunu tek bir yabancı kavram kullanmadan yazabilir misiniz? Uydurabilirsiniz ancak.
Bilim ve felsefe alanında kendi dilinizi yaptığınız katkı kadar geliştirebilirsiniz. Bilim, sanat, felsefe alanında kullandığınız her kavram o alana yaptığınız katkı ölçüsünde kendi dilinizde doğru ve yerleşik bir karşılık bulabilir. Katkıda bulunmadığınız, hatta doğru dürüst bilmediğiniz, anlamadığınız bir alanın yabancı kavramlarına da Türkçe karşılık uydurabilirsiniz elbette ama tutmaz, kullanım değeri olmaz. Fenomen’e “görüngü” diyebilirsiniz ama numen’e ne diyeceğinizi bilemezsiniz mesela, uydurduğunuz kavram cümle içinde tuhaf durur.
Neyse, konuyu dağıtmayalım… diyecektim ki daldan dala atlarken yazının sonuna geldim.
Aslında CHP’nin seçim şarkısını analiz edecektim: “Sana söz yine bahaaarlar geleceeek…”
CHP acaba hangi reklam şirketiyle çalışıyor? Ben olsam “10. Yıl Marşı”nı seçerdim. Fakat laikliği, Cumhuriyet Mitinglerini ve Haziran Ayaklanması’nı çağrıştırdığı için CHP bu marşı seçmez.
Doğru dürüst miting bile yapamıyorlar. Konya’da bir salona tıkıştırılan insanlara “yine bahaaarlar geleceeek” konuşması yaptıktan sonra Kılıçdaroğlu’nu kalabalık bir kitle sokakta yakaladı, neredeyse yaka paça kürsüye çıkarıp zorla miting yaptıracaktı, zor kurtuldu insanların elinden.
CHP yönetimi miting istemiyor.
Zaten bunu söylediler de bir keresinde. 140Journos denilen “medya yayıncısı”nın CHP’yi tanıtmak için yaptığı feci pişmanlık videosunda Sayın Kılıçdaroğlu, “Mitinglerin yararı yok,” demişti. “Slogan atıp dağılıyorlar. Oysa biz kendi seçmenlerimizle bir araya geliyoruz.” Adam mitingin politik işlevini bilmiyor diye hayretler içinde kalmıştım.
Şahsen ben şu güneşli pazar gününde halkımızın seçim öncesi ruh halini eksiksiz yansıtan, güftesi Süleyman Nazif’e, bestesi ise Şerif İçli’ye ait olup Hicaz makamında ağır aksak söylenen şu şarkıyı tercih ederdim: “Derdimi ummana döktüm âsumâna inledim / Âşina yok derdime ben söyledim ben dinledim / Gözlerim yollarda kaldı gelmedin çok bekledim.” Veryansın, 02.04. 2023