Yavuz Alogan
Sovyetler Birliği savaşta yenilmedi. Tarihte belki de ilk kez bir imparatorluk kendi yönetici bürokrasisinin bilinçli kararıyla dağıldı.
1922’de Rusya ve Transkafkasya (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan) Federasyonlarının imzaladığı bir anlaşmayla kurulan SSCB, 1991’de Minsk yakınlarındaki Belovej ormanında Rusya Federasyonu, Belarus ve Ukrayna Cumhuriyeti’nin imzaladığı bir anlaşmayla sona erdi.
İki Çözümleme, Bir Gerçek
Devlet’in içe doğru çökerek dağılmasına yol açan sebepler hakkında sayısız çözümleme yapıldı.
Batılı yorumcular merkezî planlamanın başarısızlığından, sistemde reform çabalarının ülkeyi kapitalizm ve serbest piyasa yönünde zorlamasından, ABD’yle girilen silahlanma rekabetinin (ve uzay yarışının) kaynakları tüketmesinden, Afganistan’ın işgalini izleyen savaşa (1979-1989) vekâleten müdahale eden ABD’nin zaferinden ve bunun ülke yönetiminde yarattığı moral bozukluğundan, Doğu Avrupa halklarının merkezî Sovyet devleti tarafından sömürüldükleri ve baskı altında tutuldukları gerekçesiyle Macaristan’dan (1956), Çekoslovakya (1968) ve Polonya’ya (1981) kadar isyan etmelerinden, hatta insan tabiatının sosyalizme uygun olmadığından söz ettiler.
Sosyalist yorumcular ise SSCB’nin gayet sağlam göründüğü geçmiş dönemlerden başlayarak, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalist devrim olmadıkça az gelişmiş tek bir ülkede sosyalizmin nihai olarak kurulamayacağından, devlet bürokrasinin işçi sınıfından koparak yozlaşmış bir tabaka ya da “nomenklatura” denilen ayrı bir sömürücü sınıf oluşturduğundan, üretim ilişkileri açısından sistemin sosyalist değil devlet kapitalizmi olduğundan, merkezî planlama sistemine piyasa ilişkilerini kısmen katma çabalarının (Liberman Reformları, 1960’lar) kapitalizme giden yolu açtığından, Stalin’den sonra partiye hâkim olan Huruşov’un izlediği “revizyonist çizgi”den ya da Brejnev döneminin üretim ilişkilerini durgunlaştıran ve ideolojiyi donduran “uzun kış uykusu”ndan ve nihayet Sovyet yöneticilerinin devrimden sonra sınıf mücadelesini sürdürme zorunluluğunu kavrayamadıklarından (Mao Zedung) söz ettiler.
Tarihe 45 derecelik tercihli bir dar açıyla değil de 360 derece bakma çabası bütün bu çöküş gerekçe ve sebeplerinin her birinde bir doğruluk payı olduğunu saptayacaktır.
Fakat kesin bir gerçek var: sistemin bütün zaaflarının son tahlilde ülkenin yönetim biçiminden kaynaklandığı inkâr edilemez. Bolşevik Partisi devâsa devlet bürokrasisinde atama, ödüllendirme, tasfiye ve cezalandırma (anında infaz ve sürgün) dışında bir yenilenme biçimi, emekçi sınıfların katılımını sağlayan bir sosyalist demokrasi geliştirememiştir. Kendi iç kuralları olan parti bürokrasisi ve ona hükmeden bir merkez komitesi (hatta ona da hükmeden bir Yüksek Sovyet Prezidyumu) farklı dinlerden ve etnisitelerden oluşan, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış muazzam bir halk kitlesini, partinin özgün deneyimlerinden oluşan bir tür “reel sosyalizm” ideolojisini benimseyen ya da benimsiyormuş gibi görünen bir teknokratlar ordusuyla yönetmeye çalışmıştır. Nihayet Mikail Gorbaçev “perestroyka” (yeniden yapılanma) ve Glastnost (açıklık/şeffaflık) adı altında reformlara başlayınca, sistemin önce sıvası dökülmüş, ardından duvarları çökmüştür.
Jeopolitik Felaket
Vladimir Putin, haklı olarak bu sonucu “Yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak tanımladı.
Buradaki “felaket” NATO’nun genişlemesidir. Varşova Paktı dağılırken Ronald Reagan ve Helmut Kohl sadece iki Almanya’nın birleşmesini istediklerini, NATO sınırlarının asla değişmeyeceğini söylediler, bu konuda Gorbaçev’i ikna ettiler. O sırada Margaret Thatcher iki Almanya’nın birleşmesine karşıydı (“II. Dünya Savaşı’nda müttefiklerin kazandığı zaferin rövanşı olur”). Geleceği, hatta bir adım ötesini bile görme yeteneği olmayan Gorbaçev yıllar sonra NATO sınırlarının değişmeyeceği konusunda kendisine “sözlü” (!) güvence verdiklerini, bu güvenceyi uluslararası bir antlaşmaya bağlamadığı için çok pişman olduğunu söyleyecektir.
Çin bu tuzaklara düşmedi. Glasnost’u olmayan bir Perestroyka uyguladı. Tien An-men katliamıyla (1989) birlikte her türlü dış kaynaklı siyasî muhalefeti baskı altına aldı. Ardından kapılarını yabancı şirketlere açtı, kendi işçi sınıfını ucuz işgücü olarak yeniden tertipledi fakat piyasayı devletin denetimi altında tuttu. Böylece, Komünist Parti yönetiminde bir tür kontrollü karma ekonomiye, yarı-devlet kapitalizmine (Çin’e özgü sosyalizm!) geçti. Bu dönem, ideolojik ifadesini, Deng Şiao-ping’in “Facai zhifu shi guangrong de” (Zenginleşmek çok şerefli bir şeydir) sloganında buldu.
Neyse, konuyu dağıtmayalım… NATO, Rusya’yı kımıldayamaz hâle getirecek şekilde genişledi. Rusya Kiev’i, en eski Slav kentini kaybetti. Polonya 1999’da, Estonya-Letonya-Litvanya ve Bulgaristan 2004’te, Romanya 2007’de NATO’ya geçti. Rusya en geniş ileriden savunma alanını bütün hatlarıyla kaybetmiş oldu. Ancak Kırım’ı ilhak edebildi, Sivastopol Deniz Üssü’nü son anda kısmen kurtarabildi. NATO Doğu Avrupa’daki eski Nazi askerî üslerini canlandırarak buraları füzelerle, zırhlı birliklerle donattı.
Kuşatılmış Rusya
Haritaya baktığımızda ne görüyoruz? Batı’da Rusya Ukrayna’yı kaybetmiş, Donbass Savaşı’nın (2014) ardından Donetsk Havzası’na kadar gerilemiş. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 40 yıl sonra Amerikan nükleer denizaltıları Barents Denizi’nde dolaşıyor (“Barents Denizi’ne girmek bir nevi bizim Marmara’mıza girmek gibi Ruslar için,” Amiral Cem Gürdeniz). Romanya-Bulgaristan ve kısmen de Türkiye’yi kullanan NATO, Karadeniz’den Rusya’yı kuşatmaya çalışıyor. Buzların hızla erimekte olduğu Arktik bölge (kuzey kutup dairesi) yeni bir askerî rekabet alanına dönüşüyor.
Güneydoğu istikametinde, zamanında komünist kardeşliğin bile durduramadığı kadim Çin rekabeti var. Burada Tibet-Sincan-Moğolistan-Mançurya kuşağı, Çin’in Kazakistan ve Sibirya yönünde potansiyel “kuzey atılımı” için bir “köprübaşı” oluşturuyor (A. Dugin, Küre 2005, s. 191).
Bu duruma “stratejik kuşatma” dersek herhalde yanlış olmaz. Putin rejimi, kuşatmaya karşı Ortodoks haçını andıran bir ittifaklar sistemi kurmaya çalıştı. Haçın yatay kolu batıda Berlin’den doğuda Tokyo’ya, dikey kolu Sibirya’dan güneydeki Türkiye, Suriye, Irak, İran gibi “bölgesel devletler”e uzanıyor. Burada ağırlık merkezinin güneyde, Akdeniz ve Ortadoğu’da olduğunu anlıyoruz.
Rusya, “bölgesel devletler” dediği bu ülkeleri (bizim ülkemizi de!) kendi emperyal alanına dâhil etmek, onları kendi jeopolitiğinin birer uzantısına dönüştürmek istiyor. Bu devletlerin şeriatla, diktatörlükle, en vahşi rejimlerle bile yönetilmesi Rusya’nın zerre kadar umurunda olmaz. Bu umursamazlık, Ukrayna, Kırım, Libya, zaman zaman Suriye konularında ters düşse bile Putin yönetiminin AKP iktidarını kararlı bir tutumla koruyup kollamasını açıklıyor. Fakat Türkiye’deki Rus lobisinin tavrını tam olarak açıklayamıyor ya da iyice kuşkulu hâle getiriyor.
Büyük Yalan: Avrasya Cenneti
Avrasya diye yeni bir dünyanın kurulduğunu, orada bize ayrılan onurlu bir yer olduğunu, Atlantik sisteminden tamamen koparak doğuya açılan kapıdan girdiğimizde çok mutlu, zengin, özgür ve bağımsız olacağımızı iddia eden, Rus jeopolitiğinin Türkiye’deki uzantısı hâline gelen Rus lobisi, uzun vadede en az Atlantik lobisi kadar güvenlik sorunu yaratacaktır. Bu angajman (bağlanma), söz konusu lobinin başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet değerlerinden hızla uzaklaşarak Saray’ın yalakası hâline gelmesini de açıklamaktadır. Rusya’nın emperyal sistemini savunursanız, o sistemin ayakta tutmaya çalıştığı AKP’nin de yedek lastiği, propaganda aleti olursunuz.
Bereket bu Büyük Yalan’a AKP-MHP dâhil siyasî toplumun hiçbir kesimi inanmadı. Türkiye gibi nüfusunun yarıya yakını batı kültür kuşağı içinde yetişen, sosyal haklar bilinci edinmiş bir ülkeyi, laiklikten vazgeçerek geleneksel kültür diye şeriatı benimseyen, Osmanlı mirasını yücelten bir Ortadoğu despotluğu olarak Rus emperyal hayallerinin peşine takmaya kimsenin gücü kesinlikle yetmeyecektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti (başında kim olursa olsun) ve Türk halkı, 1970’lerden kalma bu iki kampa ayrılmış dünya tasavvuruna zerre kadar itibar etmeyecektir. Ancak Türkiye’nin maddi menfaat mukabilinde yabancı ülkelerin çıkarlarına hizmet eden lobileri kovuşturacak uzmanlaşmış mahkemelere ihtiyacı vardır.
“Zamanın Diplomatik Oyunu”
Son yıllarda dünya jeopolitiğini I. Dünya Savaşı öncesine benzetmek moda oldu. Çok kutuplu dünyada vekâleten süren üçüncü paylaşım savaşlarının dağılımına, bütün ülkelerin aşırı derecede silahlanma telaşına bakıldığında bu benzetmede gerçeklik payı olduğu inkâr edilemez.
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı içindeki konumunu ve Anadolu coğrafyasının Rus jeopolitiği için ne kadar önemli olduğunu anlamak isteyen herkesin Altay Cengizer’in Adil Hafızanın Işığında Osmanlı’nın Son Savaşı’nı dikkatle okuması gerekir. Kitabın 775 sayfasını okuyamıyorsanız, sadece “21 Şubat 1914 Tarihli Çarlık Konferansı ve ‘Büyük Hengâme Fikri’” başlıklı XI. Bölüm’ünü okuyun (age., Ötüken 2017, s.287).
Kitabı burada anlatması uzun sürer. Sadece şunu belirtelim ki 1914’te II. Nikolay ve Sazanov’un çevresinde toplanan, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra bir kısmı ülkeden kaçan asker ve sivil strateji uzmanlarının ve coğrafyacıların Rus jeopolitiğine ilişkin fikirleri ve stratejik analizleri, günümüzde Putin ve çevresindeki danışmanların (Dugin dâhil) ilham kaynağı olmuştur.
Kitabın bir yerinde Cengizer, dönemin siyasî atmosferini canlandırmak için “Her şeyin sezilip hiçbir şeyin tam bilinemediği zamanın diplomatik oyunu” ifadesini kullanıyor. Bence dış politika yorumcularının bu cümleyi bir kâğıda yazıp çalışma odalarının duvarına çerçeveli olarak asmaları, klavyenin başına her oturduklarında ona bir göz atmaları gerekir.
Bazıları Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in genç Sovyetler Birliği’yle kurduğu ittifakın bugün de kurulması gerektiğini düşünüyor. O devirde Kremlin’de Çarlık rejiminin emperyalist ülkelerle yaptığı bütün gizli antlaşmaları dünyaya açıklayan Lenin oturuyordu. Şimdi aynı yerde Romanov sülalesinin vekilharcı, Çarlık rejiminin kayıp halkası, “Lenin’in uydurduğu devlet yapısı Rus devlet geleneğinin altını oydu” diyen, Rus komünizminin 72 yıl bir arada tutabildiği imparatorluğu bu kez Ortodoks Hıristiyan ideolojisiyle yeniden kurabileceğini zanneden Putin oturuyor. Rus devlet geleneğinin ne olduğunu unuttunuz mu? Kaldı ki Mustafa Kemal, baskılara rağmen, Rus jeopolitiğinin uzantısı olmaktan özellikle kaçındı, III. Enternasyonal’e girmedi mesela, Osmanlı mirasını bir devrimle yıkarak Türkiye’yi batı kültür kuşağı içinde Fransız Devrimi’nin insanlığa kazandırdığı kurumlarla donattı.
Peki şimdi Amerikancı ya da Atlantikçi mi olduk? Olmadık. ABD ile Rusya arasındaki fark, birincisinin niyetini açıkça ortaya koyması, diğerinin ise niyetini asla açık etmemesidir. Ne diyor ABD? Yirmi iki devletin haritasını değiştireceğim, PKK benim kara gücümdür, muhalefeti destekleyerek Reis’i devireceğim, olmazsa ülkeyi karıştırıp darbe yaptıracağım. Bu açık sözlülük size en azından karşı-strateji oluşturma imkânı veriyor. Bu imkânı öteki tarafta, Avrasya cennet bahçesinde bulamazsınız. Adam olun, askerî ve diplomatik manevralarla, bağlı olduğunuz ittifak sistemlerinin içinde ülkenizin bütünlüğünü savunun, tezlerinizi düveli muazzama’ya kabul ettirin!
Peki Rusya’ya ve Çin’e düşman mıyız? Elbette değiliz. Ortak alanlar açarak her iki güçle ekonomik, askerî, stratejik, taktik, teknolojik vs işbirliği yapmak zorunludur. Fakat aynı şekilde Fransa, Mısır, Almanya, İsrail’le de pek çok alanda anlaşmak ve antlaşmak gerekir. Bugünün dünyasında bütün ülkeler birbiriyle sınırlı alanlarda rekabet ediyor ve işbirliği yapıyor. İletişim devrimi herkesin her şeyi her an öğrenebilmesini sağlıyor. Çok kutuplu dünyanın anlamı bu zaten. Birinden çıkıp diğerine girebileceğimiz iki odalı, iki kutuplu bir dünya varmış, birinin kollarından sıyrılıp ötekinin kollarına atılınca çok mutlu olacakmışız gibi davranarak insanları aldatmanın, yalan söyleyerek güç toplamaya çalışmanın etkisi olmaz, bedeli olur. Avrasya cenneti ve Atlantik cehennemi (ya da bunun tersi) diye bir şey yok.
Özellikle emperyal iddiası olan büyük güçlerle mesafeli olmak, yabancı güçlerin şantajı altında beka sorunu yaratan siyasî iktidarlardan kurtulup yeni bir kurucu iradeyle dünyaya 45 derecelik dar açıyla değil 360 derece çepeçevre bakmak gerekir. Aksi hâlde 21. yüzyılı tek parça hâlinde tamamlamak bizim için imkânsız olur. Veryansıntv, 11. 12. 2020