Yavuz Alogan
“İşbirlikçi” kavramı eski sosyalist solda evrensel olarak çok sık kullanılırdı. Soruşturmayı, tecridi ve örgütten tasfiyeyi gerektiren önemli bir suçtu. Sınıf işbirlikçisi ya da emperyalizmin işbirlikçisi olmak, siyasî iktidarla ya da sarı sendikayla işbirliği yapmak, sınıfa, partiye, örgüte ihanet olarak algılanırdı.
Emperyalizm bütün dünyada etnik ve dinî farklılıkları sınıfsal farklılıkların üzerine çıkararak ulus-devletleri zayıflattı. Etnik ve dinî örgütlenme ve bunların kendilerini ifade etme özgürlüğü, emperyalizmin yeni “insan hakları” anlayışının temelini oluşturdu. “Yurttaş” kavramı anlamsızlaştı. Yirminci yüzyıl ideolojilerinin sert kabuğu kırıldı.
Bu nedenle “işbirlikçi” kavramı günümüzde fazla anlam taşımıyor. Örgütsel, hatta bireysel çıkarlar uğruna her türlü işbirliğine girmek, dış güçlere etki ajanı olarak hizmet etmek, siyasî iktidara alenen yalakalık etmek ve bütün bunları demagojik atraksiyonlarla, radikal ve tehditkâr söylemlerle “solculuk”, “demokratlık,” hatta “vatanseverlik” gibi göstermek mümkün.
Fakat bazı durumlarda “gibi göstermeye” ya da demagoji yapmaya gerek kalmıyor. Bu aşamada rezaletin son perdesi açılmış oluyor. Murat Karayılan’ın İsrail’in The Jerusalem Post gazetesine verdiği mülakat (27. 11.20) bu türden rezaletin bir örneği.
PKK’nin kenara itilmiş bu savaş ağası, “ABD ile Kürtler arasındaki muazzam ilişkileri tamamen desteklediği”ni söylüyor ve ABD’ye kendisini terörist listesinden çıkarması için yalvarıyor. AKP’yi de “Atatürk ilkeleri yerine İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni takip ettiği” için eleştiriyor. İyi mi? Eleştirideki politik “derinleşme”ye ve kıvraklığa bakar mısınız?
Hayır, burada artık “işbirliği” yok. Tam bir köpeksileşme, Ortadoğu halklarının cellâdına sığınarak ona hizmet etme arzusu var. İşbirlikçilik etiketi, İmralı’sından Kandil’ine, PYD-YPG’sinden HDP içindeki fraksiyonlarına kadar bütün bir PKK topluluğunda demokratik-devrimci-ilerici-muhalif bir cevher bulmaya devam eden her türlü gevşek “sosyalist”in, solcu gibi duran entel-dantel her bir liberalin alnında silinmez bir damga gibi duruyor. Bu ihanet türüne, kısaca “PKK işbirlikçiliği” diyoruz.
“Sana ne,” diyebilirsiniz, haklı olarak. Ayrıca uzun süredir bir bütün olarak PKK hareketinin artık dışsal bir olgu olduğunu, ülke içindeki çok parçalı, çok fraksiyonlu siyasî uzantısının (HDP) yere serildiği her defasında dış güçlerin ipine sarılarak ayağa kalktığını, Saray oligarşisinin bu uzantının ülke içindeki siyasî varlığını her an lazım olabilecek bir pazarlık kozu olarak muhafaza ettiğini defalarca yazdım.
Fakat insan yine de düşünmeden edemiyor. PKK denilen bu etnik/siyasî unsurun etkisini 1988’de kurulan Sosyalist Parti’de (daha sonra İşçi Partisi, günümüzde Vatan Partisi), 1994’te kurulan Birleşik Sosyalist Parti’de (BSP), 1996’da kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde (ÖDP), dergilerin çevresinde toplanıp hareket olmaya ya da partileşmeye çalışan sosyalist grupların çoğunda kendi gözlerimle, göz göre göre gördüm.
Bu akıma kapılmayan ya da günümüzde PKK’nin yönlendirmesinden kurtulmaya çalışan sosyalist kişi, grup ve partileri elbette tenzih ediyorum. Fakat insan Mehmet Ali Aybar gibi birikimli yurtsever sosyalistlerin, Mahir Çayan gibi genç teorisyenlerin yokluğunu hissediyor. 1960’lı yıllarda sosyalist sol tam bağımsızlıkçı ve yurtseverdi. Bir kuşağın kaybı, ardında asla doldurulamayan derin bir boşluk bırakır.
1986’dan sonra oluşan sosyalist parti ve hareketlerin bazıları zamanla PKK etkisinden gecikerek de olsa sıyrılabildi, bazıları ise PKK’nin siyasi kolunun iç manipülasyonlarıyla felç oldu ve dağıldı; tabanları HDP türünden partilere doğru hareketlendi; merkez yöneticileri bu partilerin milletvekili ya da parti merkezinin danışmanı, hatta sözcüsü oldu. Yine bu hareketin söylemi DİSK ve KESK gibi sendikaları etkiledi. Bu etki son Eğitim-Sen Kongresi’nde (28-29 Kasım 2020) görüldüğü gibi devam ediyor.
Kongre’deki çoğunluk eğiliminin (Demokratik Emek Platformu) “Faşizmi Püskürteceğiz, Biz Kazanacağız” başlıklı broşürünü okurken beni bir gülme krizi tuttu. Şöyle diyor: “Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir.” Yani diyor ki sınıflar arasında bir çelişki yoktur. Peki çelişki nerededir? Broşür onu da yazıyor: “Temel çelişki: devletli uygarlık ile demokratik uygarlık arasındadır.” Bu satırları bizzat Abdullah Öcalan yazmadıysa, kim yazmış olabilir? Bir eğitim emekçisinin yazmadığı açık. Söylem ve terminoloji parmak izi gibidir. Kullanıcının kimliğini açıkça ortaya koyar.
Bu kadarı fazla gelmiş olacak ki Devrimci Sendikal Dayanışma (DSD) denilen sosyalistler kongreyi terk etmişler. Yerinde fakat çok geç ve etkisiz bir tepki. Önceden düşünecektiniz! Terk ettiğiniz salonda arkanızdan gülmüşler. PKK söyleminden kesin bir kopuş gerçekleştiremezseniz bir kez daha dağılırsınız, en azından meslek kuruluşlarının ve sendikaların tarikatlar ve onlarla uzlaşan bölücüler tarafından ele geçirilmesini önleyemezsiniz!
1990’larda sosyalistlerin dünya çapında yaşadıkları ideolojik kriz Türkiye’deki sosyalist solun geniş bir kesimini PKK’nin siyasi örgütleriyle içi boş bir “demokratik” mutabakata sürükledi. Ardından özgün sosyalist düşünce birikimini tüketen bir söylem kargaşası patlak verdi.
Çok komik şeyler oldu. Abdullah Öcalan cezaevinde ekolojist anarşist Murray Bookchin’in kitaplarını okudu ve görüşlerini benimsedi. Başta HDP olmak üzere bütün sosyalist sol Bookchin’in kavramlarıyla konuşmaya başladı. Mesela bu anarşist teorisyenin “özyönetim komünleri federasyonu” kavramı, “demokratik özerklik” olarak, fakat aynı zamanda çaktırmadan “Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı”na uygun biçimde savunuldu. Bu yeni söylem Avrupalı ekolojist/yeşil ideologların ve parlamenterlerin pek hoşuna gitti, her türlü desteği verdiler. Sosyalistlerin önemli bir bölümü Bookchin’in diliyle, “çeşitlilik içinde birlik,” “ötekileştirmeden kurulan yatay ve tümleyici ilişkiler” falan gibi kavramlarla konuşmaya başladı. Bazı geri zekâlı cahillerin Stalingrad’a benzettikleri Rojava’nın sözde anayasası mesela, “demokratik toplumun inşasının aracı ve toplumsal adaletin güvencesi olan Demokratik Özerkliğin tesisi ve bilimsel bir toplumun inşası için” diye başlıyordu. Sanki Bookchin mezarından çıkıp yazmış!… İnsanlar konuşurken, her lafın başına bir “demokratik-tik” getirmeye, herkesin her şeyden özerkliğini savunmaya başladılar. Doğa ve toplum boşluk kabul etmez. Sizin boşalttığınız yeri mutlaka bir başkası, ideolojik boşluğu ise başka bir ideoloji doldurur.
Neyse uzatmayalım… Bu tuhaf ve gerçek dışı ideolojik ve politik söylem öyle bir gelişti ki sonunda bazı HDP’li belediye başkanları basının önüne çıkıp kendi il ve ilçelerinde “demokratik özerklik” ilan ettiler. Devlet’in egemenlik alanı içinde özerklik ilanı ve hendek kazarak yapılan savaş hazırlıkları büyük bir krize yol açtı. Devlet müdahale etti, silahlar patladı, askerlerimiz şehit oldu, Kürt kökenli genç yurttaşlarımız öldü, bölge insanları göç etti, esnaf kepenk kapattı. Demokratik özerkliğin özerkliği gitti fakat demokratik-tikliği kaldı. Bookchin unutuldu. Yazık değil mi?
Kasım 2017’de Türkiye’ye sığınan PKK/SDG’nin eski sözcüsü Talal Silo, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla Suriye’deki Amerikan kuvvetlerine şöyle bir mesaj gönderdiğini iddia etti: “Şahin Cilo benim veliahtımdır. Bölgede kalıcı olmak istiyorsanız, onu korumak göreviniz.” Aynı itirafçı, PKK’nin merkezinin Suriye’ye taşınacağını ve eski yapının ABD tarafından tasfiye edileceğini de iddia etti.
Sonraki gelişmelere baktığımızda bu iddiaların doğrulandığını görüyoruz. ABD evreler hâlinde IŞİD’in boşluğunu PKK’yle doldurmaya başladı. Şahin Cilo’nun Amerikalı subaylarla resimleri dünya basınına servis edildi. Trump, Cumhurbaşkanına yazdığı 9 Ekim 2019 tarihli mektupta şöyle diyordu: “General Mazlum (Şahin Cilo) sizinle müzakere etmek istiyor, geçmişte yapamayacağı pek çok tavizi vermeye razı. Yeni elime geçen, bana hitaben yazdığı mektubu ekte size gönderiyorum.” ABD Başkanı PKK’nin mektupçuluğunu yapıyor!
ABD, PKK’yi yeniden örgütledi, onu IŞİD’in yerine geçirerek Suriye petrollerinin bekçiliğiyle görevlendirdi. İran’la iş tutan Kandil grubunu (Murat Karayılan, Duran Kalkan, Cemil Bayık) tasfiye etti, bu savaş ağalarının başına 12 milyon dolar ödül koydu. Türk Ordusu Irak’taki kamplara girerek Kandil ile Suriye’deki YPG’nin bağlantısını kesti. Murat Karayılan’ın İsrail gazetesine verdiği röportajdan anlıyoruz ki Kandil ekibi “Vallahi biz İran’la iş tutmuyoruz, bizi de aranıza alın,” diyerek ABD’ye yalvarıyor.
PKK artık dışsal bir olgudur. ABD’nin bölgesel silahlı gücüdür. İçerideki siyasî uzantısı HDP mutlaka kapatılmalı, başka partilerdeki, sendikalardaki ve meslek örgütlerindeki bütün uzantıları ve işbirlikçileri tasfiye edilmelidir. Geleceğin laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin anayasasında etnik ve dinî amaçlı siyasî parti, dernek ve her türlü örgüt kurmak kesinlikle yasaklanacaktır. Etnik olarak bölünmüş bir ümmet değil, millet temelinde ulus-devlet olmak bunu gerektirir. Veryansın, 04. 12. 2020