Yavuz Alogan
Baskıcı rejimlerde demokrasi bayrağının kendisi kadar bayrağı taşıyanın kimliği de önemlidir. Zira bayrağı ele geçiren kişi özgürlüğe methiyeler düzerek bütün siyasî toplumu aldatabilir, kitleleri peşinden sürükleyebilir. Baskıdan bunalan, yaklaşan felaket hissiyle giderek korkuya kapılan insanlar, gözlerinin önünde dalgalanan bayrağın cazibesine kapılarak bir tür “sahte bayrak operasyonu”nun konu mankeni olabilirler.
Turgut Özal’ın elindeki demokrasi bayrağı sahteydi mesela. 12 Eylül karanlığından çıkılırken kitleler bayrağın cazibesine kapılarak Özal’ın partisine oy verdiler (1983). “Sivilleşme” her şeye öncelikliydi. Oysa Özal eline geçirdiği “demokrasi bayrağı”nı askerî cuntanın kurduğu iktisadî ve siyasî yapının zirvesine dikmişti. Bayrağın üzerinde görülmez mürekkeple “24 Ocak Kararları” yazıyordu. Cumhuriyet’in bütün iktisadî ve sosyal kurumlarının dibine zaman ayarlı tahrip kalıpları yerleştirildiğini görenlerin sesi duyulmazken, mütedeyyin kitlelerden solcu gibi duran entel-dantel takımına kadar geniş bir kesim Çankaya’nın şişmanını, Nakşibendi tarikatının takunyalı müridini kurtarıcı gibi gördü.
Fakat yakın zamanların en janjanlı, yanar döner demokrasi bayrağının Reis’in ellerinde yükseldiğini kabul etmemiz gerekir. Bayrağın üzerinde “Üç Y formülü” yazıyordu. Reis, yolsuzluğun, yoksulluğun ve yasakların olmadığı bir Türkiye vaat ediyordu. AKP gerçekten de en geniş cepheyi kurdu; öyle bir an geldi ki bütün potansiyel muhalefet, sağcısı solcusu tarikatçısı bölücüsü dâhil, Reis’in elindeki bayrağın etrafında toplanmış gibi göründü. Bayrağın bir köşesindeki FETÖ imzasını ve görülmez mürekkeple yazılmış 2023 hedeflerini görenlerin sesi duyulmadı. Ülkenin nasıl bir tuzağın içine sürüklendiği 15 Temmuz 2016 gecesi yaşandıktan sonra ortaya çıktı.
Saray’a iyice yerleşen Reis fena hâlde yıpranan demokrasi bayrağını zamanla elinden bıraktı. Tramvay son durağa yaklaşıyordu. 12 Eylül rejiminin türkuaz renkli Türk-İslâm Sentezi bayrağına Osmanlı armasıyla üç hilâl sembolünü ekleyerek onu Saray’ın gönderine çekti, genel oyla seçilmiş sıradan bir parlamento çoğunluğuna “kurucu meclis” vasfı yükleyerek anayasayı değiştirdi ve düpedüz bir Saray Rejimi kurdu.
Tarih perspektifinden bakıldığında, bu son olayın nasıl gerçekleştiğini hâlâ anlayabilmiş değilim. Yanlış anlamayın, olayları elbette biliyorum; paranın ve iktidar gücünün nasıl kullanıldığını, bazen geri çekilerek sonra ani bir hamleyle ileriye atılarak yapılan manevraları, “cambaza bak” gösterilerini, reel politika denilen demagojinin vaatlerle, takıyye denilen yalanlarla nasıl işlediğini elbette anlıyorum. Fakat insanların buna nasıl razı olabildiklerini anlayamıyorum.
Nasıl razı oldular? Bir yanda paralar villalar lüks otomobiller, öte yanda bedava bulgur mercimek kömür ve emeğin karşılığı olmayan devlet bahşişi tatlı mı geldi? Lojmanlar ayrıcalıklar rütbe beklentileri basiretleri mi bağladı, yargı kurumlarında ve üniversitelerde makamlar ve akademik unvanlar vazgeçilmez mi oldu, politik unsurlar başına üşüştükleri pastanın lezzetine mi bayıldılar? Beni şaşırtan, Namık Kemal gibi “Hamiyyet mesleğinde terk-i evlâd-ü iyâl ettim / Hayâtımdan muazzezken vatandan infisâl ettim / Sebât ü azme hâil bir deni dünyâ mı kalmıştır?” diyen bir gücün (güç!) ortaya çıkmamış olmasıdır. Memleket göz göre göre “hufrei-i inkıraz ve pençe-i izmihlal” olurken, yani uçurumun kıyısında yıkımın pençesine düşerken, neyi feda edemediler de görmezden, duymazdan, anlamazdan geldiler. Derin unutuş, hatırlama kabiliyetinin kayboluşu, hayatın her alanında dümen suyu arayışı, gündelik olanın peşinden sürüklenirken kendini kaybetme hâlleri…
Peki demokrasi bayrağı ne oldu? Demokrasi bayrağı 2007’de ve 2013’te milyonlarca insanın elinde kendiliğinden yükseldi ve memleketin her tarafında dalgalandı. Fakat insanlar bu sahici bayrağı dikecekleri bir kale burcu, çekecekleri bir gönder bulamadılar. Sonunda bayrak, adi bir komployla boşalan CHP yönetimine yerleştirilip partide ne kadar ulusalcı, yurtsever, Kemalist varsa hepsini bir iki hamlede tasfiye eden kadronun eline geçti. Kodeste Apo ve MİT arasında pazarlık yapılarak Haziran Ayaklanması’nın potansiyelini kanalize etmekle görevlendirilen HDP, bayrağı bir ucundan; stratejisi derin Küçük Enişte ile küresel sermayenin göz bebeği Bebecan gibi unsurlar ise öteki ucundan tuttular. “Demokrasi” bayrağı bunların eline geçti. Böylece bir “demokrasi” cephesi kurulmuş oldu. Öyle görünüyor ki önümüzdeki dönemde, bir ucunda Abdullah Gül’ün başında olduğu bu “demokrasi” cephesi, öteki ucunda Reis ve adamlarının yer aldığı bir tür diktatörlük cephesi arasında oluşacak iki kutuplu bir siyasî yapıya evrileceğiz.
Duygusallığı bırakıp (zira bunun faydası yok!) analitik olarak baktığımız zaman, Reis’in 2023 Hedefleri’ni öne aldığını görüyoruz. Bunu kendisi söylüyor. Daha geçen gün şöyle dedi: “2023 hedeflerine ulaşmaya en yakın olunan dönemde bulunuluyoruz. Evlatlarımıza 2053 ve 2071 vizyonlarını gerçekleştirebilmeleri için emanet edeceğimiz büyük ve güçlü Türkiye’nin inşasında adeta son dönemece giriyoruz.”
Çok güzel! Fakat öne aldığı hedefe ulaşabilmesi için bir seçim daha kazanması gerekiyor. Seçim kazanabilmesi ise küresel sermayenin desteğini almasına (ekonomi çok kötü), karşılığında ona güvence ve taviz vermesine, dolayısıyla dış politika tercihlerini yeniden belirlemesine, ülke içinde politik sahayı düzlemesine bağlı.
Dış politika tercihini belirledi. Atlantik ittifakını kendi çıkarlarına daha uygun bularak bu yönde manevra yapmaya başladı. Cumhurbaşkanı, Trump’a mektup yazarak, “Suriye ve Libya başta olmak üzere, bölgemizdeki son gelişmeler, Türk-ABD ittifakının ve işbirliğinin en güçlü şekilde sürdürülmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir,” dedi (29.04.20). Daha ne desin? Haziran’ın 8’inde yine Trump’la yaptığı bir görüşmenin ardından, “Bazı mutabakatlarımız oldu; ABD ile Türkiye arasında süreçle ilgili yeni bir dönem başlayabilir” sözleriyle bütün dünyaya mesaj verdi. Karadeniz’de petrol arama faaliyetinin yanı sıra NATO uçaklarına yakıt ikmali sağlamalar; NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’le telefon diplomasisi yapmalar… Ukrayna öteden beri “stratejik ortağımız;” “Kırım’ın yasadışı ilhakı”na zaten karşıyız… Özetle belirtmek gerekirse, pek çok kez yazdığımız gibi, iki emperyalist partnerle aynı anda dans etme sürecinin sonuna gelindi. Dansın ciddiyeti de kalmadı. Rusya’nın Ankara büyükelçisinin “S-400’lerle isterseniz patates taşıyın” gibisine dalga geçmesine yol açacak ölçüde gayrı ciddi bir durum oluştu.
Saray, dış politikada Atlantik yönünde dümen kırarken erken seçim için politik sahayı düzlemeye çalışacak. CHP’yi sürekli ateş altında tutup provokasyon korkusuyla paralize ederek, seçimlerde neredeyse kilit parti konumuna yükseltilen HDP’yi havuç ve sopa politikasıyla baskı altında tutarak, partilerarası ittifakı ve milletvekili transferini önleyecek yasalar çıkararak (belki dar bölge vs) Cumhur İttifakı’nın önündeki engelleri kaldıracak. Ağustos Şurası’nda TSK’yi Saray’ın Hassa Ordusu’na dönüştürme yönünde önemli adımlar atacak (bu konuda bkz. Mustafa Önsel’in “Darbecileri Açıklıyorum” başlıklı yazı dizisi, veryansıntv.com). Elbette siyasî toplumun sesini kısmaya, yeni yasalar çıkararak sosyal medyayı ve internet medyasını denetim altına almaya çalışacak. (Burada bir parantez açarak, internet medyasının giderek merkez medyanın yerini almaya başladığını, merkez medyanın ise hızla marjinalleştiğini, bu durumun Saray’ı fena hâlde şaşırttığını belirtelim.) Saray, bütün bunlar yaparken anketleri dikkatle inceleyecek ve uygun anda erken seçim bombasının fitilini ateşleyecektir.
Atlantik yönünde çark etmenin iç politikada iki şartı var: “çözüm süreci”ni gündeme getirmek ve FETÖ üzerindeki baskıyı azaltmak. Birincisini seçimler sonuçlanana kadar ağzına alamaz, fakat perde arkasından bazı güvenceler vermiş olabilir. “Çözüm süreci”nde İmralı-Reis-Kandil üçgeninde sıkışıp bunalan HDP’nin son sıralarda sergilediği aşırı özgüven bu bağlamda değerlendirilmelidir. HDP’nin Edirne ve Hakkâri’den yürüyüş başlatma kararını açıkladığı anda PKK’nin Van’ın Çatak ilçesinde işçileri kurşuna dizerek “Ben buradayım” demesi gayet manidardır. HDP’nin kendisini PKK’den ayırması kesinlikle imkânsızdır; varlığını ve maddi kaynaklarını ona borçludur, onun yönetimi ve tehdidi altındadır. Saray, hem oy hesaplarıyla, hem de muhtemel bir çözüm süreci için bu partiyi kanatlarının altında tutmak zorundadır.
Öte yanda, FETÖ üzerindeki baskının azaltıldığını gösteren, Yaycı’nın tasfiyesi, bazı atamalar, tahliyeler ve tutuklamalar gibi belirtiler var. Saray’ın FETÖ’cü olduğu düşünülen, kıymeti harbiyesi olan askerler ve polisler üzerindeki baskıyı artırırken, FETÖ’cü olduğu neredeyse kesin olan sivil memurlarla, iş adamlarıyla, eski dostlarla arayı yavaş yavaş ısıttığını, sosyal medyada FETÖ’cü unsurların bu yüzden neşelendiklerini, coştuklarını görüyoruz.
İdeolojik alana gelince, bu süreçte Saray daha milliyetçi/İslamcı bir söylem tutturacaktır. MHP’ye daha fazla rol verecek, İP’i tabandan çözmeye çalışacaktır. “Esas Atatükçü vatansever benim,” diyecektir. Saray’ın evlatlığı Vatan Partisi de “Evet, o artık BOP eşbaşkanı değil, tarihî mecburiyetten ötürü o sanki bir Atatürk” gibisine propaganda yaparak, Reis’e destek vermeye devam edecektir.
Seçimleri kazanırsa, Saray’ın 1921-24 anayasalarının bazı hükümlerini alarak kendi anayasasını bir kez daha değiştireceği (ilk 4 madde vs), kesindir. AKP’nin nihai hedefi, Davutoğlu’nun kapsamlı “Stratejik Derinlik” teorisinden bu yana değişmemiştir. Arada sadece “inisiyatif alanı”nın genişliği, Devlet teşkilatının yapısı gibi bazı derece farkları bulunmaktadır. Nihai hedef, Cumhuriyet’in Kuruluş İlkeleri’ni unutturmak, Devrim Kanunları’nı tamamen ortadan kaldırmak, Şer’i Hukuk’u sivil topluma dayatmak, kapitalist-emperyalist sistem içinde emperyal bir gücün bölgesel taşeronu olarak eski Osmanlı imperium’unu (imparatorluk alanı) kapsayan coğrafyada bir Sünni nüfuz alanı edinmek ve uzun vadede (2053-2071 vizyonu) çok kutuplu dünyada liderliğini bizzat Reis’in ya da vârisinin yapacağı yeni bir Müslüman Kutup yaratmaktan ibarettir.
Elbette bu sürecin henüz başındayız. AKP’nin önce dış politika manevrasını geliştirmesi, siyaset alanını düzlemesi, siyasî toplumun içinden yükselen muhalif sesleri kısması gerekiyor. Fakat bütün bunları yaparken dikkatleri dağıtmak için büyük bir tehlike, bir tehdit gerekli olacaktır. Bu tehdidin mevcut bütün siyasî partilerin üzerinde birleşecekleri bir yapıda olması, ortadan kaldırılmasının ise “demokrasi” gibi bir şey vaat etmesi gerekir. Bu bağlamda Saray’ın Yankee emperyalizmine karşı olan bütün ulusalcıları hedef alması mümkündür. Askerî casusluk gerekçesiyle gazetecilerin tutuklanması, yandaş medyada yeniden başlayan Ergenekon-Balyoz muhabbetleri, alttan alta işlenen darbe korkusu bu yönde ortaya çıkan somut belirtilerdir.
Bu öylesine özenle seçilmiş bir tehdit ve tehlike iddiasıdır ki siyasî toplumun büyük bölümü tarafından desteklenecek, en azından sessizlikle karşılanacaktır. FETÖ’nün (ABD’nin), HDP’nin (yine ABD’nin) ve CHP yönetiminin (yine ABD’nin); özetle esas muhalefetin, ulusalcı – mavi vatancı – Kemalist çevreleri medya marifetiyle, belki provokasyonlarla düşmanlaştırma çizgisini destekleyeceği, en azından sessiz kalacağı kesindir.
Saray bu çizgiyi sonuna kadar götürüp 2023 hedefine ulaşabilir mi? Bunu becerebilir mi, yargıya ve baskı aygıtlarına sonuna kadar hâkim olabilir mi, bütün direniş odaklarını tamamen pasifize edebilir mi? Bence edemez. Nihai hedef eldeki ideolojik ve maddi imkânların çok ötesinde duruyor. Fakat bir hayal uğruna Türkiye’nin çatışma ortamına sürüklenerek telafisi mümkün olmayan bir bedel ödemesine yol açabilir.
Neticeyi olayların gidişatı, ülke içi dinamiklerin hareketi belirler. Ancak Saray’ın siyaset sahnesini yeniden düzenleme yeteneğini, elinde topladığı kaynakları bu yönde ustaca kullanabilme imkânını hafife almamak gerekir. Mevcut siyasî parti yönetimlerinin hiçbirinden netice alacak kadar kararlı bir direniş beklenemez. AKP, dümeni Atlantik yönünde kırmaya devam ettikçe sistem partileri iyice açığa düşecekler, tebeşirle yere çizilen çemberin içinde oynamaya, laf yetiştirmeye devam edeceklerdir. Bunların elindeki demokrasi bayrağı sahtedir.
Kitlelerin Aydınlanma Devrimi, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti arayışıyla iki kez sahip çıktıkları fakat nereye dikeceklerini bilemedikleri demokrasi bayrağını kaptırmayacaktık… Fakat bu kitleler yok olmadılar, yerlerinde duruyorlar. Bütün dünyada yükselen sosyal adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik mücadelesinin bir parçasını oluşturuyorlar. Demokrasi bayrağının gerçek sahibi onlardır. Veryansın, 12.06,2020