Yavuz Alogan
Yetenekli bir çevirmen olduğunu kabul etmeliyiz. William Faulkner’ın Ağustos Işığı ve Döşeğimde Ölürken gibi romanlarını bilinç akışı tekniğini Türkçeye uyarlayarak çevirmek yaratıcılık ister.
Hayatı boyunca emperyalizme hizmet ettiği de doğru değildir. Ne de olsa 68’li; devrimci düşünce ve eylemlerin ülkemizin düşünsel hayatı üzerinde güçlü bir etki yarattığı, solcu olmayana cahil gözüyle bakıldığı bir dönemin ürünü. THKPC’ye sempati duyduğuna göre emperyalizme de karşıydı herhalde.
1975’te Birikim dergisini çıkardı. Bence faydalı bir dergiydi. Avrupa sosyalist solundaki tartışmaları aktarıyor; Gramsci, Poulantzas, Laclau, Althusser, Benjamin gibi sol düşünürleri tanıtıyordu. Hiçbir parti ve gruba bağlanmadı. Sosyalist sola “Sosyalizm bildiğiniz gibi değil, bir başka derûn sosyalizm var sosyalizmden içerü” şeklinde bir mesaj veriyor, özellikle Dev Yol ve Kurtuluş gibi “merkezci” (“orta yolcu” da denirdi) hareketleri, yavru akademisyenleri etkiliyordu. “Sivil toplumcular” terimi de sanırım o sıralarda ortaya çıktı. Marx’ın “sivil toplum-devlet dikotomisi” (ikileşmesi) analizinden hareketle geliştirilen bir düşünceyi temel alıyordu.
Bu “sivil toplum”un zamanla dehşet verici bir evrim geçirerek tarikatlara ve hizmet cemaatlerine nasıl indirgendiğini anlatmak çok uzun sürer. Türkiye’nin “sivil toplum”u maalesef bunlardı. O halde yapılacak bir şey yoktu. Kemalist Jakoben devlet “withering away” olurken, yani sönümlenirken, farklı etnik ve dini grupların solcularla “konsensus”u, yani mutabakatı, sivil toplumu tarih sahnesine taşıyacak ve yeni bir demokrasinin temelleri atılacaktı. Nitekim AKP Ergenekoncuları tasfiye ediyor, böylece sivil toplumun, dolayısıyla gerçek demokrasinin (“yetmez ama evet”) önünü açıyordu. Yeni bir sivil topluma gebe olan eski toplumun ebesi Sayın Reis ve onun müttefiki Hocaefendi’den başka kim olabilirdi?
Fakat bundan önce, 12 Eylül sonrası dönemde aynı ekibin çıkardığı haftalık Yeni Gündem dergisi vardı. Bizim çıkardığımız aylık Saçak dergisiyle Birikim dergisi, haftalık 2000’e Doğru dergisiyle de Yeni Gündem rekabet hâlindeydi. Aydınlıkçıların bütün solu birleştirmek için kurmaya çalıştıkları Sosyalist Parti’ye katılmak üzere olan Aybar, Uğur Cankoçak, Cenan Bıçakçı gibi şahsiyetlerin aklını çelmeye, Boran-Sargın ikilisinin TBKP’sine sempati yaratmaya çalıştıklarını hatırlıyorum. Bunu açıktan değil lafı dolandırarak, fotoğraflarla, imalarla yapıyorlardı. Hiçbir zaman açık sözlü ve doğrudan olmadılar; hep fazla yaklaşmadan çevrede dolanarak, hep uzaktan, anlaşılmaz bir dille akıl vererek çalıştılar.
Şimdilerde kimse hatırlamaz, o dönemde “Avrupa Komünizmi” (Avrokomünizm) diye bir şey vardı ve 80’lerde hâlâ etkiliydi. Zamanla Avrupa’daki Komünist Partiler Moskova’dan koptular ve kendi siyasî toplumlarında bir uzlaşma aradılar. Süreci başlatan, İtalyan KP’sinin başındaki Enrico Berlinguer ile İtalyan Hıristiyan Demokratlar’ın lideri Aldo Moro idi. Birikim tayfası “Tarihsel Uzlaşma” denilen bu şeyi sevmişti. Bizde de siyasallaşmış İslam ile sol fikirler yeni dünya düzeni içinde ve “demokrasi” temelinde neden buluşmasınlardı? Kemalizm’le ve her türlü jakobenlikle hesaplaşmayı gerektiren bu “Tarihsel Uzlaşma”nın getirdiği laçkalık ve gevşeklik, Doğu Perinçek arkadaşın tarihsel tanımlamasıyla “demokrasi budalalığı” olarak solun üzerine çöktüğünde, 90’lı yılların ortasına gelmiştik.
Konuyu dağıtmadan toparlamak gerekirse, Murat Belge’nin önderliğindeki Birikim tayfası İslamcı düşüncede bir demokrasi imkânı keşfetmişti. Kemalizm tutmamıştı; solcuların da dahil olduğu sivil toplum küreselleşme şartlarında demokratik bir topluma evrilebilir, Devlet’i de kendi suretinde yeniden yaratabilirdi (Şerif Mardin’in yanı sıra İmparatorluk kitabının yazarları Negri ve Hardt’ın bazı erken ve tuhaf görüşlerinin de etkisi olsa gerek).
Bu sivil toplum anlayışının Kürt (“Kürt aydınlanması”) ayağı da vardı. Şimdilerde, “Lan bizi mayın eşşeği olarak kullanmışlar” diye feryat eden bazı Âkil Adamlar “azınlık hakları ve kültürel haklar”ı o sırada coşkuyla savunuyorlardı. Althusser’le kol kola girmiş Ali Bulaç, Gramsci’yle sarmaş dolaş yürüyen Abdurrahman Dilipak, Laclau ve Mouffe’yle devlet teorisi paralayan Yasin Atay… Entel olmak isteyen henüz tüyü bitmemiş masum ve çömez akademisyenler… Bütün bunlar, hep birlikte Birikim dergisinin sayfalarında gittikçe derinleşen yazılarıyla “duruş” gösteriyorlardı.
Efendimiz’in Medine Vesikası, Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu gibi anlatılmıştır. Fethullah Hocaefendi’nin bereketli sofrasındaki kaburga dolması, bumbar, kadınbudu köfte, çeşitli et yemekleri, dolmalar, yağlı pideler, kaymaklı şerbetli tatlılar işte bu fikrî zemin üzerinde hayata geçirildi… Abant toplantılarının çıkışında cebine hakkı huzur dolarını muhtevî zarf konuldu mu, bilemem. İftira etmek istemem.
Her yolculuğun bir güzergâhı, ara durakları vardır. Şimdiki durak, son durak… Ülkeyi terk ediyor. Yurt dışına göç eden 6 Türk milyarderine “risk altındaki akademisyen” (!) olarak iştirak ediyor. Alçaklara kar yağıyor. Oxford’da onu mutsuz bir “anglaise” hayat bekliyor. Keşke hiç gelmeseydi. Bu kadar tantanaya ne gerek vardı?
Bu yazının başlığı elbette bir şaka… Kapıları kimse tutmaz, kaçanı durdurmaz. Gideceğini duyduğum zaman nedense aklıma Pontecorvo’nun yönettiği “İsyan” (1969) filminin son sahnesi geldi. O sahnede Marlon Brando’nun canlandırdığı İngiliz ajanı Sir William Walker ülkeyi terk etmek için gemiye binmek üzereyken, isyancı halkın önderi Jose Dolores’in intikamını almak isteyen bir hamal tarafından rıhtımda bıçaklanır ve seyirci ferahlar. İnsanın kafası karışık olunca böyle tuhaf çağrışımlar oluyor nedense.
Fazla uzatmadan, Murat Belge’nin bizde iyi bir izlenim bırakmadığını söylemekle yetinelim. Türküde denildiği gibi hissediyor olmalı: “Kalenin bedenleri, koyverin gidenleri / Kaleden iniyorum, çağırsan geliyorum / Üfürsen yanıyorum.” Aydınlık, 16. 02. 2018