TÜRK-İŞ’İN ÖNÜNDE DEVRİMCİ DURUM!

Yavuz Alogan

         Eskiden Yeni Harman sigarası vardı. Estetik kaygılarla hazırlanmış, geçmeli sarı kutuyu açar, ince yaldız levhaların arasından, tütünü saf, kâğıdı ince yuvarlak bir sigara çekip alırdınız. Kokusu ve tadı çok farklıydı.

Başka sigaralar da vardı. Fransızların Jitan’ına (Gitanes) on basan Kulüp sigarası; sağcıların üzerindeki figürü Mao’nun yüzüne benzettikleri Yenice; kaligrafisi muhteşem, tok içimli Bafra; tütünü şarapla yıkanmış,  hoş kokulu Hisar; daha çok kadınlara yakıştırılan,  hafif içimli Bahar, Gelincik; yeşil kutulu, mentollü Çamlıca; siyah kâğıda sarılı, ucu yaldızlı Yaka; nihayet,  bir kuşağın alameti farikası olan Birinci; ayrıca, “İnhisarlar İdaresi” tarafından “hususi surette yetiştirilmiş tütünlerden en titiz pipo içicisini tatmin edecek evsafta itina ile hazırlanan” Yayladağ  pipo tütünü…  Bunları TEKEL işçisi üretirdi.

 “İnhisarlar İdaresi” bira da üretirdi.  Bardağa konulduğunda fazla köpürmeyen, derin bir  tahıl tadı ve kokusu veren o muhteşem siyah birayı unutmak mümkün mü?

         Yarım asra yakın bir süre, yeryüzünde üretilen  neredeyse bütün tütünleri tatmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu ürünlerin her biri birer dünya markası olabilir ve ülkenin en önemli ihraç kalemlerinden birini oluşturabilirdi.  

“Türk tütünü” dünya çapında, neredeyse yüz yıldır kendiliğinden  (reklâmsız!) tanınmış bir markaydı. Bu tütünü, bütün ekim alanlarıyla, işleme tesisleriyle ve depolarıyla  düveli muazzama’nın kapitalist şirketlerine peşkeş çekerek yok ettiler.  Ecnebi şirketler bizim tütünümüzü yok etmekle kalmadılar, onu araklayıp Red Virginia ve Maryland tütünleriyle harmanlayarak, Grand Orientals adıyla satmaya  da başladılar.  Söz gelimi, McClelland’s şirketinin  pipo tütünlerini tanıttığı broşürünü açarsanız, kocaman bir  Türkiye haritasıyla karşılaşırsınız.  Broşürde,  Minor Asia’nın (yani bildiğimiz Anadolu) tütünleri övülmektedir.

Bizim tütünümüzü onlar üretip işliyorlar.  Onların  kapitalistleri kazanıyor, bizim işçilerimiz ise Sakarya Caddesi’nde ölmeye yatıyor.  Bir de utanmadan, broşürün sonuna “Happy Puffing” yazmışlar. McClelland’s’ın Yenidje (bildiğimiz  Yenice) Highlander tütününü keyifle tüttürmemizi istiyorlar.

Hıyanet-i Vataniye

         Biz kendi tütününe sahip çıkamamış bir ülkenin çocuklarıyız. Utanmalıyız! 12 Eylül darbesinden sonra, bizim sigaraların karşısına tuhaf bir rakip çıkarıldı: Philip Morris (Virginia, USA). Halkımız bu “yabancı sahte şeytan”a yine de iltifat etmezdi, çünkü her halkın kendine göre bir tütün zevki, bir içim tarzı vardır. Fakat Özal hükümeti ve işbirlikçiler, yerli tütün piyasasını daraltmaya, yatırımları durdurarak ve Amerikan sigarası reklâmlarına  hız vererek kendi halkının TEKEL  üretimini baltalamaya başladı. Marlboro sigarası içen dev kovboy panoları işte o sıralarda büyük kentlerin ana meydanlarında boy göstermeye başladı. TEKEL’in pazar payı işbirlikçi hükümetlerin eliyle  bilinçli olarak daraltıldı ve yerli sigara tüketimi ilk aşamada  % 60 oranında azaltıldı.

         Rezaletler birbirini kovaladı. Özal’ın atadığı TEKEL Genel Müdürü yolsuzluk nedeniyle görevinden alınınca, bir hıyanet-i vataniye  örneği sergileyerek düşman saflarına geçti ve gidip Philip Morris’in danışmanı oldu.

         Gene aynı dönemlerde, ülkemizin hemen her yerinde bir birahane kültürü hızla yayılmaya başladı. Artık başınızı nereye çevirseniz bir Efes Pilsen ilânı görüyordunuz.  O muhteşem TEKEL birası piyasadan çekilirken, at sidiğini andıran ve alkol oranı yüksek bu lanet bira,  bütün bir gençliği hızla esir almaya başladı. Ucuzdu, kafa yapıyordu. Gençler arasında bir oturuşta beş on şişe bira içmek  marifet sayılmaya başladı. İnsanlar artık  birahanelerde Amerikan sigarası tüttürüyorlardı. Geleneksel meyhaneler yerlerini hızla birahanelere terk ederken, raconuna uygun rakı içme kültürü yerini ayak üstü ya da  bir tabureye tüneyerek ya da araba içinde bira ziftlenme, şişesini de arabanın penceresinden  asfalta çalarak parçalama adetine bıraktı.

         “Yerli malı haftaları”yla büyümüş bir kuşak, bu olup bitenlerin farkına bile varamadı. TEKEL’in sigaraları, pipo tütünleri, biraları  unutuldu.  Tütün ekim alanları talan edildi, üstlerine toplu konutlar inşa edildi. Gâvur şirketleri kâr etsin diye, bizim ürettiğimiz tütün toprağa gömüldü, çöplüğe atıldı, yakıldı. Fabrikalar ve işleme tesisleri, British American Tobacco’ya, Philip Morris’e, Japon Tobacco International’e satıldı.  Peki bu satıştan kazandıkları paralarla ne yaptılar? Bu paraları eğitime, sağlığa, gıda sektörüne mi harcadılar. Hayır!  Çünkü bütün bu alan ve sektörlerde de aynı mantıkla özelleştirme yapıldı.  TEKEL’in satışıyla Ankara’nın göbeğine iki adet gökdelen diktiler mesela. Gerisini ne yaptılar, belli değil.

TEKEL böylece özelleştirilmiş oldu. Bugün bir büfeden TEKEL’in son ürünlerinden bir Ballıca sigarası bile bulamazsınız.  Pall Mall, Marlboro, Kent, LM gibi, çabuk bitsin de bir tane daha tellendirin diye içine özel kimyasallar karıştırılmış, yurt dışında satılan benzerlerinden daha kalitesiz sigaralara mecbursunuz.

         Bir zamanlar TEKEL ürünlerini imal edenler; tütünü ekenler,  toplayanlar, kurutanlar, sarma makinelerinde çalışanlar,  yaldızlı kâğıtlara sarıp o zarif kutulara yerleştirenler, depolara dizenler ve tüketiciye ulaştıranlar ve onların çocukları, aileleriyle birlikte şimdi Tük-İş binasının önünde, Ankara’nın ayazında, naylon brandaların altında ve battaniyelere sarınmış vaziyette  direnmekteler. Özelleştirme tamamlandığı için, TEKEL işçilerinin mücadelesi bir artçı savaşıdır. Fakat serbest piyasa ekonomisinin bütün kurbanlarının, bütün işçi sınıfının, memurların ve öğrencilerin kaderi bu artçı savaşın zaferine ya da yenilgisine bağlıdır.

“İşçi mağdur olmasın” diye…

         Burada bir parantez açmak gerekir.  Dünyanın hiçbir yerinde özelleştirme denilen uygulama  işçi sendikalarının işbirliği olmaksızın gerçekleştirilemez. Sendika istemezse özelleştirme olmaz. Latin Amerika’da, Peru’da, Bolivya’da sendikalı işçiler pek çok özelleştirme girişimini durdurmuşlar, hükümetleri özelleştirmeden vazgeçirmişlerdir. Hükümetler ya vazgeçmişlerdir ya da fabrika kapılarını roketatarlarla kırarak özelleştirme yapabilmişlerdir. Özelleştirme halkı yoksullaştırır ve işçi sınıfını dağıtır. Genel grevle, fabrika işgalleriyle, dev mitinglerle özelleştirmeye karşı çıkmayan, “işçinin mağdur olmasını önlemek için” hükümetle pazarlık yapan sendikalar bütün ağırlıklarını kaybederler, üye sayıları azalır ve  zamanla Özelleştirme Kurulu’nun birer uzantısı haline gelirler. İşçi asıl  kendi sektörünün sorunlarına hapsolduğunda, siyasetin dışına itildiğinde mağdur olur. İşgücünü satmak için tek başına piyasaya sürülmüş, taşeronlaştırılmış işçiden daha “mağdur” bir insan olabilir mi? 

         Bunun somut örneği SEKA direnişi sırasında yaşandı. SEKA  direnişi 51 gün sürdü. İşçiler, makineler fabrika dışına çıkarıldıktan sonra işgale gittikleri için üretimi bizzat denetleyemediler ve kuru binaların içinde sıkışıp kaldılar. Selülöz-İş’in devrimci bir sendika olduğu söylenemez elbette. Fakat o sırada  sosyalist partiler ve gruplar  özelleştirmelerin durdurulması için ısrarla “genel grev, genel direniş” çağrısında bulundular. Direniş uzasaydı, sendikalardan kopmalar olsaydı, bütün sendikaların katılımıyla oluşan toplumsal bir muhalefet SEKA işçilerini  “genel grev, genel direniş”le destekleselerdi, sendikalar üzerinde tabandan gelen bir baskı mekanizması oluşturulabilseydi, Türkiye’de özelleştirme furyası durdurulabilir, en azından      bu kadar yıkıcı olmazdı.

Fakat olmadı… Sonunda sendika “işçi mağdur olmasın” diye  fabrikayı belediyeye devretti. İşçilere de “iş güvencesi” belirsiz sözleşmeli belediye personelliği sağlandı. TEKEL işçilerinin ise, işgal edebilecekleri bir fabrikaları bile yok.

Paris Komünü

         Sendika kıskanç koca gibi işçileri sosyalistlerden uzak tutmaya çalışıyor. TEKEL işçileri Sıhhiye Meydanı’nda yapılan mitingin sonunda kürsüyü işgal edip Genel Grev sözü istediklerinde,  bir Türk-İş yetkilisinin  mikrofondan söylediği şu sözler ibretliktir: “Şimdi arkadaşlar (TEKEL işçilerine hitap ediyor)  Genel Merkez’e doğru gidiyoruz; diğerleri de (sosyalist grupları kastediyor) aksi istikamette dağılıyorlar!”

         Tam bir komedi yaşanıyor. Özelleştirme neredeyse sona ermiş; sendikacı işçinin eline “Özelleştirmeye hayır!” pankartı verip, onu  1 Mayıs’a gönderiyor. Özelleştirme, 23 sene önce, 1987’de başladı. Binlerce işçi   özelleştirme yüzünden işinden  atıldı, sendikacı deyimiyle “mağdur” oldu.   Bütün televizyon kanalları, fabrika önünde el ele tutuşarak, birbirine sarılarak ağlayan işçilerin görüntülerini verdi. Şu meşhur 4-C Kararnamesi ise 6 sene önce,  2004 yılında çıkarıldı.

Peki şimdi ne oldu da Türk-İş “genel grev ya da genel direniş”ten  söz etmeye başladı? Geleceği görmek bu kadar zor muydu? Yirmi üç sene sonra sendikanın özelleştirmeye karşı çıkması için TEKEL işçilerinin  kış günü elbiseleriyle Sıhhiye Parkı’ndaki havuza atlamaları mı gerekiyordu? 

Yoksa hükümet sendikacıların statülerini ve maaşlarını sorgulamaya başladığı için mi Türk-İş TEKEL işçilerini destekliyor? Çalışma Bakanlığı’nın  çek-of sistemini kaldırmayı amaçlayan bir kanun tasarısı hazırladığı biliniyor.  Bu  tasarı sendikaların ve sendikacı maaşlarının (genellikle ayda 10-20 bin gibi bir rakam)  azalmasına yol açacak. Hükümet  ILO standartlarını pas geçip sendikalara AB kurallarını dayatmaya çalışıyor.  Bütün sendikalar bu tasarı karşısında hep bir ağızdan, “Fakat bu bir sosyal cinayettir!” diye bağırıyorlar.  Yoksa bu yüzden mi “Genel Grev, Genel Direniş!”  Yanlış anlaşılmasın, bu da bir şey; sebebi her ne olursa olsun…

 Neyse, konumuza dönelim. Ankara valiliği, çocuklar korkuyor, ortalık pisleniyor diye Sakarya’daki tentelerin kaldırılmasını istiyor. İşçilere destek veren Sakarya esnafı tehdit ediliyor. Bütün bu tehditler,  kalabalığın arasında duyulan telsiz sesleri, yavaş yavaş geliştirilen havuç ve sopa siyaseti ve işçilerin kararlı direnişi, Sakarya Caddesi’nin  dar ve  yanmış odun kokan sokaklarında dolaşan birine yıllar sonra Paris Komünü’nü hatırlatıyor.

Türk-İş’in önünde  “devrimci durum” var! 

Bütün işçi ve memur sendikalarının, sosyalist partilerin ve grupların, devrimci öğrencilerin aynı hedefte birleşmeleri halinde,  Sakarya Caddesi’nden büyük bir direnişin,  sahici bir genel grevin doğması an meselesidir. Sendika ısrarla,  bu direnişin siyaset ve ideolojiyle bir ilgisi olmadığını, bunun “ekmek” kavgası ve “mağduriyet”i önleme (yoksa sendikacı maaşlarını koruma mı?)  mücadelesi olduğunu söylüyor; işçilere konuşma yasağı getiriyor.

Sendika, işçilerin kendi aralarında örgütlenmelerini, direniş komiteleri kurmalarını, bir  “grev/direniş gözcüsü” sistemi oluşturmalarını, Sakarya çevresini bizzat denetlemelerini,  memleketin siyasi durumunu tartışmalarını, işçilerin sürece “demokratik katılımı”nı  dikkatle engelliyor; ön tartışması yapılmamış “referandumlar”la kitleyi yönetmeye, illere göre bölünmüş  plastik çadırların içinde onları şarkılarla türkülerle oyalamaya; bir taraftan da hükümetle pazarlık yapmaya çalışıyor.

Böyle ortamlar,  siyasi tartışmaların, yeni ve daha önce görülmedik örgütlenme biçimlerinin, yeni taktiklerin oluşmasına vesile olur. Sendika bunu gayet iyi biliyor ve mücadeleyi “ideoloji ve siyasetten arınmış bir ekmek kavgası” seviyesinde tutmaya çalışıyor.  İşçilerin sendika ağalarını hedef alan sloganları nasıl benimsediklerini ve hep bir ağızdan haykırdıklarını gördüler çünkü.  Her türlü teması önlemeye,  farklı kompartımanlar halinde onları kontrol altında tutmaya çalışıyorlar.

“Eski Statünün İadesi”

         TEKEL işçileri, şu anda   esas olarak “eski statü”lerinin iadesini istiyorlar.  Ben bu “eski statü” lafına takılmış durumdayım. Bu “eski statü”nün iadesi için, her şeyden önce (özelleştirme “mağdurları”nın kurtarılmasıyla birlikte), özelleştirme suçlularının yargılanması, özelleştirmeden elde edilen paraların nasıl kullanıldığının  soruşturulması gerekir. Daha sonra, British American Tobacco’nun, Philip Morris’in, Japon Tobacco International’ın ve Efes Pilsen’in bu memleketin topraklarından kovulması ve mal varlıklarının kamulaştırılması; eski tütün ekim alanlarının, üzerlerindeki toplu konutlar, lüks oteller vb. yıkılarak yeniden tarıma açılması; depo ve fabrikaların ıslah edilmesi; Yeni Harman, Hisar, Bafra, Yenice, Ballıca, Birinci sigaraları ve Yayladağ pipo tütünü ile TEKEL biraları üretiminin (Et Balık Kurumu, Sümerbank vb. vb. ile birlikte) yeniden faaliyete geçmesi gerekir. Bütün bunların dipten gelen bir dalgayla, işçilerin öz yönetimiyle, her türlü serbest piyasacıya ve liberale, her türlü Jironden’e karşı, Jakoben bir anlayışla yapılması gerekir.

 Çok mu ütopik? Olabilir, fakat sabrın sonunun nasıl bir felaket olduğunu son otuz yıl içinde döne döne yaşamış insanların  artık kafayı duvara vurmaları, en azından TEKEL işçileriyle birlikte buzlu havuzlara atlamaları gerekir. Belki bir gedik açılır. RED, 14. 02. 2010