ODAKLANMA VE PERSPEKTİF KAYBI

Yavuz Alogan,

         Hiçbir şey bilmediği, anlamadığı, anlaşılması da pek mümkün olmayan bir konuda kendinden  gayet emin bir tavırla yazanlar ve konuşanlar beni hep güldürmüştür. Bütün medya kanallarının yoğun bir sis  bombardımanı  altında kaldığı, kimsenin kimseyi ve hiçbir şeyi tam olarak göremediği bir durumda, basına sızdırılan bilgilere dair izlenimlerini kendi konumlarına ya da meşreplerine (“ideolojilerine” de diyebilirsiniz)  uyarlayarak anlatan ve yazanlar  bugün söylediklerini  ileride okuyunca ne düşünecekler? Orman gözden kaybedildikçe herkes farklı ağaçlara  odaklanıyor; odaklanma arttıkça perspektif kaybı  karartmaya katkıda bulunuyor.

         Ortalığa pompalanan bunca haber/bilgi/yorum/çarpıtma/saptırma  herkese bulaşan eğlenceli bir köpük fırtınasına yol açtı, fakat ülkedeki bütün ideolojik  ve programatik yaklaşımlar arasındaki köprüleri de attı ve özellikle  en geniş anlamda sosyalist sol içindeki  ayrılıkları derinleştirdi.  Klasik Marksist deyişle, “emek ile sermaye” ya da “üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki” temel çelişme varlığını sürdürürken, şu anki  baş çelişme (emperyalizm ile bütün halk ve  ülkenin geleceği arasındaki) şu ya da bu biçimde siyasal bir çözüme doğru kuvvetle zorlanmaya başladı.

Yeniden Saflaşma

         Sosyalist solun içinde liberalizmden etkilenenler ile  anti-emperyalist olanlar hızla ayrışmaya başladılar. “Bu işte bir emperyalistlik var,” diye şüphelenenler, “TSK pasifize edilince memlekete demokrasi gelecek, İslam bülbülleri hep bir ağızdan demokrasiyi şakıyacaklar” yaklaşımını benimseyenlerden hızla ayrılıyorlar. Tuhaf zamanlar! Başka bir partinin oylarıyla milletvekili seçilen kendi partisinin genel başkanının (Ufuk Uras) Fetullahçı Zaman gazetesi tarafından “kestaneleri ateşten alacak” maşa olarak kullanıldığını ve bunun aynı gazetede açıkça yazıldığını gören sosyalist, elbette oturup düşünecek.

Bu ayrışma Taraf gazetesinin üzerindeki “solcu” cilâya da zarar verdi. Bu yüzdendir ki, Taraf’ın köşe yazarları   hep bir ağızdan sola yönelik sitemkâr salvolara başladılar. Radikal’den de bazı paralel atışlar ve serzenişler geliyor. [“Dünyayı okuyamıyorsunuz,” diyor, yeni köşe yazarı. Hakkaten mi? Seni okuyup dinledikçe, mekanik Maocu mantığın,  cehaletin, vicdansızlığın ve belleksizliğin ne olduğunu öğreniyoruz, yetmez mi!] Fakat gerçekten de yargılamalar ve iddialar, solda telafisi kolay olmayan bir ayrışma yaratmış gibi görünüyor.  

Melih Pekdemir’in kazandırdığı deyişle “Kampus Liberalleri”nin sorusu şu: “Susurluk’ta sokaklara döküldünüz de Ergenekon’a niye sessiz kalıyorsunuz?” Pek tuzaklı bir soru. Susurluk çetesinin    12 Eylül darbecileri ve MHP artıkları tarafından biçimlendirilmiş,  kökü Gladyo’ya kadar uzanan bir çıkar şebekesi, bir Soğuk Savaş kalıntısı olduğunu; “Ergenekon” soruşturmasının ise AKP’nin hegemonya mücadelesinde esas stratejik aşamayı belirlediğini anlayamayacak kadar aptal bir solcu var mı?

         AKP’yi kapatma davasının ya da “Ergenekon-Agarta (!) soruşturmasının teknik servis düzeneğini, bağlantılarını, neden değil de nasıl yönlendirildiğini elbette bilemeyiz. Mesela Tuncay Güney isimli şahsın  kim olduğunu, bir binbaşının ona altı çuval belgeyi neden teslim ettiğini, yakalanan el bombalarının kafile numaralarındaki esrarı,  Danıştay ve Cumhuriyet gazetesi saldırılarının nasıl kotarıldığını, iddianamede yer alan unsurların basına  nasıl sızdırıldığını, Taraf gazetesini kimin finanse ettiğini, bilemeyiz. Özden Örnek ailesinin AKP’yle bağlantılarını, “günlükler” muammasını; kimin nereye sızıp ne işler çevirdiğini,  çözemeyiz. CIA’nın Soğuk Savaş döneminde uyguladığı pasifikasyon yöntemlerine ilişkin bilgilerimiz de bütün bunları çözmemize yetmez. Kaldı ki, Reichtag yangınını çıkararak Hitler’e komünist ve sosyal demokrat partileri ezme yolunu açan Van der Lubbe’nin, kimden emir aldığı bile, bunca yıl geçmesine rağmen henüz çözülememiştir. “Zehir hafiye” rolü oynayarak bu düğümleri çözmeye çalışmak faydasız.

Sivil Darbe

         Ancak bütün bunlar, olayların genel gidişatına ve muhtemel hedeflerine ilişkin kestirimlerde bulunmamızı  engellemez. Aslında  en genel hatlarıyla bir programın adım adım uygulanmakta olduğunu söyleyebiliriz. 

RED’in 17. sayısında (Nisan) şöyle yazmıştık: “Şu ana kadar yapılan gözaltıların bazı emekli generalleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi sivil darbenin başladığını gösterecektir.”  Program yürüyor. Arenanın tribünlerinde oturanlar “7., 8. dalga!”” diye bağırıp tempo tutuyorlar. Bütün AKP muhalifleri tutuklanınca memlekete demokrasi gelecek!

         Dinci/liberal/emperyalist kamp, emekli komutanların tutuklanmasıyla birlikte medya cephesindeki derin mevzilerinden yaylım ateşine başladı. Sanki bozguna uğramış bir orduyu arkadan top ateşine tutuyorlar.  Fakat endişeli ve gerçekçi olanlar da var.  Söz gelimi,  Murat Belge, Taraf’taki köşesinde  askeri teorisyen Clausewitz’ten bir iki savaş tanımı patlattıktan sonra şöyle yazdı:  “…diyorum ki, tartışma burada [yazıyla, çiziyle, konuşmayla -Y.A.] bir sonuca bağlanamazsa, zaten çekilmiş duran silahlar devreye girebilir. Çünkü gene Clausewitz’in dediğine göre,  ‘nihai hedef, düşmanın irademize zorunlu olarak teslim olmasıdır’ ”.

Görüyor musunuz, karşı taraf da iç savaşın çıktığını tespit etmiş. Girit ya da Rodos otellerinde yer ayırtmıştır, mutlaka. Kimin tutuklanacağı belli mi olur? Kurşun falan sekebilir.

         Biz de Curzio Malaparte’den, Murat Belge’yi destekleyen  bir alıntı yapalım mı? Hükümet Darbesi Teknikleri adlı kitabında şöyle der: “Sivil iktidarı ele geçirmeye kalkışan bütün askerler, bu liberalizm kaidesine [parlamentoya sadakat kastediliyor –Y.A.] son dakikaya kadar, yani şiddete başvurma anı gelinceye kadar sadık kalmışlardır.” Dolayısıyla, askeriyenin sessiz ve yasal görüntüsüne,  “Dolmabahçe mutabakatı”na falan aldanıp erken zafer çığlıkları atmamak gerekir. Bu işler hiç belli olmaz.

         Neyse, dalga geçmeyi bırakıp konumuza dönelim.

İki Amerika

         ABD Türkiye’deki ikili iktidar bloklarını terbiye etmekte, arabasına koşulu her iki atı da alabildiğine kırbaçlamaktadır. İşin kötü tarafı, sürücü koltuğunda iki Amerika’nın oturmakta olmasıdır. Bu Amerikalardan birisi, İran’a hemen saldırmak, bütün İslam ülkelerinin yönetimini orta vadede darbeler, provokasyonlar ve iç savaşlarla  şeriatçı unsurlardan arındırarak kendi taşeronlarına ya da piyasa ekonomisinin gerçek efendilerine teslim etmek; diğeri ise, ılımlı bir İslam’la radikal İslam’ı çözerek bölgeye hükmetmek, mevcut hükümetlere rüşvet vererek istediğini yaptırmak ve İran’ı geniş bir kuşatma altına alarak içeriden çökertip  ehlileştirmek istiyor. Fakat her ikisi de, son tahlilde, TSK’nın kara gücünü (yani yoksul halk çocuklarını) geniş Ortadoğu bölgesinde bir polis kuvveti olarak seferber etmeyi, Türkiye’nin limanlarını, havaalanlarını ve demiryollarını lojistik ve gözetleme amaçlı kullanmayı, Kuzey Irak’taki “Kürt devleti”nin İsrail’in de desteğiyle kuzeye ve doğuya doğru genişletilmesini hedefliyor. Türkiye’de “demokrasi” onların umurunda değil; uzun vadeli stratejik hedeflerinin peşinden gidiyorlar.

Üstelik, ABD’deki seçimlerin sonuçları, Amerikan burjuvazisinin iki kesiminin sözcüsü olan bu iki iktidar odağından birinin geri çekilmesini sağlamayacak. Amerikan güvercinleriyle şahinlerinin patronu aynıdır. Ayrıca, ılımlı Amerikan planı  uzun vadede ABD ekonomisinin kaldıramayacağı kadar büyük maddi kaynakları gerektirdiği için  pek gerçekçi de görünmüyor. Malum, kapitalizmin kanununda savaş, iktisadi durgunluğun, resesyonun ilacıdır. ABD’nin silah ve petro-kimya tröstlerinin, İran’ın yarattığı fırsatı kaçırma olasılığı pek azdır. Irak ve Afganistan’la başlattıkları süreci İran’la sürdürmek ve bütün bölgeyi kapsayacak şekilde tamamlamak, en azından bunu denemek zorundalar.

Tanımlar ve Olasılıklar

Ergenekon soruşturması, TSK içindeki Avrasyacı/ulusalcı kesimin, toplumun içindeki sivil ve siyasal uzantılarıyla birlikte tasfiyesini amaçlıyor. Bunu isteyen ABD ve NATO’dur. Türkiye’nin Ortadoğu’da devasa bir askeri üsse dönüştürülmesi için yolu açmak, kendi sistemlerine muhalif iç unsurları temizlemek istiyorlar. Bu soruşturmayla tasfiye edilmek istenen, bildiğimiz Gladyo değil; tam aksine, Gladyo’nun karşısında konumlanan asker/sivil  ulusalcı kesimdir. NATO bağlantılı Gladyo taş gibi yerinde duruyor ve AKP’yle birlikte, ancak F-tipi örgütlenme marifetiyle, ulusalcı  resmi ve sivil grupları tasfiye ediyor. Bu harekâtı TSK’yı tamamen felç edecek, bir bölgesel polis gücü haline getirecek ölçüde genişletmeyi başarabilirler mi? Bilemiyoruz, çünkü kurumların içinde mevzilenmiş güçler ancak açığa çıktıklarında görülebilirler.

Operasyonun uzun süredir devam ettiği; TSK’nın, kendi iç hizmet belgelerine, hatta üst rütbeli komutanlarının karargâh mahremiyeti içinde yaptıkları konuşmalara bile hâkim olamadığı, bölündüğü ve kısmi bir felç geçirdiği görülüyor. Sınırı geçmek üzere olan bir ordunun karargâh konuşmalarının YouTube’da yayımlandığı nerede görülmüş!  Yugoslav İş Savaşı, hatta Irak’ın işgali sırasında bile bu kadar gayrı ciddi bir durum yaşanmadı.

          Yani şu aşamada, bir yanda olası bir darbeye karşı mücadele etmekte olan demokrasi güçleri; öte yanda,    Kemalist bir darbe yapmak için fırsat kollayan bir  TSK yok. Peki, ne var?   Bir yanda ABD ve onun  resmi ve sivil  işbirlikçileri, liberaller ve tarikat erbabı; öte yanda,  resmi ve sivil ulusalcılar ve anti-emperyalist sosyalistler var. Bu bölünme bütün sendikaları, emekçileri, üniversiteleri ve sivil toplum kuruluşlarını da ortadan ikiye ayırıyor ve daha da ayıracak. Bu ayırımda, anti-emperyalist sosyalist solun bu cepheleşmeden sıyrılarak ve kendisini özellikle liberallerden ayırarak, bağımsız  kitlesel bir örgütlenmeyi başarması gerekir.

Görülen saflaşmalar cetvelle çizilmiş gibi düz ve katışıksız değil elbette. Bu kadar manipülasyonun olduğu yerde hiçbir şey saf anlamda var olamaz.  Ayrıca  bütün siyasal yargılamalarda zanlıların arasına bir uyuşturucu kaçakçısını, bir mafya babasını, toplumun nefretine mazhar olmuş bir takım karakterleri katmak klasik bir polisiye yöntemdir.

Avrasyacılar TSK’dan ve siyaset alanından tamamen tasfiye edilirlerse, ABD’nin militer güçler aracılığıyla AKP’yi,  ya da bu parti kapatılmışsa onun yerine geçen şeyi sıkı bir denetim altına almasını bekleyebiliriz. Ulusalcı/Avrasyacı güçler tasfiye edilmiş olacağı için, Kemalist/modern/laik  jargonu bu kez tehlikesiz biçimde ve ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları doğrultusunda kullanmak   kolaylaşacaktır.   Eğer bu denetim gerçekleşemezse ya da İslamcı kesimlerden büyük bir direnişle karşılaşırsa, ABD’de birilerinin bir kez daha “Our boys have done it!” demelerini bekleyebiliriz.

         Tehlike AKP mi, yoksa darbe mi, diye tartışılıyor. Taraf gazetesiyle mi dayanışalım, yoksa darbeye karşı yürüyüş mü yapalım? Yoksa bayrakları alıp sokaklara mı çıkalım? Asıl tehlike  kafa karışıklığıdır. Küçük küçük noktalara odaklanıp perspektifi kaybetmiş bulunuyoruz.

           Üzücü olan, nüfusunun neredeyse % 90’ının ABD’nin bölgesel siyasetlerine karşı olduğu bilinen bir halkın bütün bu olup bitenleri televizyon ekranlarından seyretmesi ve  Sam Amca’nın bütün  bu işlere nasıl derinlemesine nüfuz ettiğini görmesinin özellikle engellenmesidir. İleride bir kez daha, keşke filmi geri sarabilseydik, diyeceğiz.  Ama gene de vakit geçmiş değil. RED, 26 Temmuz 2008