BİR ŞENLİKTİR SEÇİMLER

Yavuz Alogan

         Bu seferki seçimler  maratondan ziyade yüz metre engelli koşuyu andırıyor. Kapalı bölmelerinin içinde iktidar hırsı ve memlekete hizmet aşkıyla titreyen, bütün adaleleri seğiren siyasal partilerimiz, çok kısa bir mesafeyi azami bir hızla koşmak için  harekete geçtiler. Anketçiler, araştırma/pazarlama/pazarlık faaliyetlerine giriştiler. Kimi öne çıkaracaklarını, kimi arkaya iteceklerini, kimi parlatıp kimin ışığını söndüreceklerini, küresel düzenin rasyolarına ve kendi keselerinin dolma kapasitesine göre çoktan belirlemişlerdir. Partilerin bir gözü önlerindeki parkurdaysa, ötekisi  mutlaka küresel karar vericilerin oturmakta oldukları tribünlerdedir. Küresel karar vericiler uzaktan dürbünle yarışı izlemektedirler.  Kılıcını çekmiş askerler her zamanki gibi dikkat kesilmişler ve “koruma kollama” görevlerini ifa etmek için bitiş çizgisinde mevzilenmişlerdir.

Seçim Mesajları

         Siyasal partilerin  seçim mesajları genellikle ikilidir. Kitlelere çocukmuş gibi davranırlar, onlara akıl almaz vaatlerde bulunurlar. İnsanların ufak tefek sorunlarını çözmeye, onlara para ve hediye vermeye, kent yoksullarına seyyar mutfaklarla ulaşmaya, çocuklara oyuncak dağıtmaya çalışırlar. Toplumun bütün kesimlerine ve sınıflarına şirin görünmek; aynı anda bütün sınıflara yağmur gibi vaatler yağdırmak; AKP kadar dinine bağlı, MHP kadar milliyetçi, CHP kadar sosyal demokrat olma çabasıyla birbirinden oy kapmaya çalışmak pek marifetli bir iştir ve seçim müsabakası, bu özellikleriyle görülecek bir manzara hasıl eder. Bu spektaküler, gösteri niteliğindeki olaylar zinciri, halk kitlelerinin duygularını şahlandırır, akıllıları zıvanadan çıkarır, delileri hepten delirtir; sokakları saçma sapan bağırtılarla dolaşan  hoparlörlü araçlarla,  yağmur gibi yağan bildiriler ve broşürlerle, bayraklar ve flamalarla doldurur. Paralar havalarda uçuşur ve uyanıklar tarafından yere düşmeden havada kapılır.

         Öteki seçim mesajı, köşeleri yontma, TÜSİAD, IMF, Dünya Bankası, Pentagon, AB gibi hâkimlere güvence verme amacını taşır. Sıcak para akışı devam edecek, küresel sermayeye güvence verilecek, istikrar programlarına uyulacak, bölgede ABD-İsrail ile iş tutulacak, AB kriterleri harfiyen uygulanacak, her şey satılıp borçlar azaltılacak, ekonomi küresel dansını strip-tease kıvamında sürdürecek, icabında İran’la savaşa bile girilecektir. Tabii bu ikinci mesaj sokaklarda megafonla ilân edilmez,  kitlelerin karşısında sadece “istikrar” sözcüğü çevresinde imâ edilir ve daha çok özel toplantılarda, masonik kulüplerde açıkça ifade ve beyan edilir.

Halk Şenliği

         Seçimler halk  kitleleri için bir şenliktir.  Önlerinden hızla akıp giden sulardan mümkün olduğu kadar çok sayıda kütük kapmaya çalışırlar,  her siyasal gösteriden bir eğlence çıkarırlar. Hafiften dalgalarını da geçerler. Karşılarına  çıkıp, takım elbiseleri içinde tere bulanmış adayların atıp tutmalarıyla içten içe eğlenirler; pehlivanları kışkırtan, onlara cesaret veren laf atmalar, övgüler ve sövgüler gırla gider. Çarşılar, sokaklar şenlenir, alışveriş artar, insanın içi bambaşka bir umutla dolar.

Ancak halk, derin tecrübesiyle ve içgüdüleriyle hiçbir şeyin değişmeyeceğini de gayet iyi bilir. Ne kadar vaat alabilirse, selden ne kadar kütük kapabilirse kârdır. “Böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesi, halkın bilincinin en derinlerine işlemiştir. Ama, dedik ya, seçimler bir şenliktir ve  bu şenlikte halk  egemenlik bilâkayduşart  uhdesine müteveccihmiş gibi kendisine verilen rolü oynar.   

İşte bu nedenlerden ötürüdür ki, halk  propaganda döneminin hiç bitmemesini, eğlencenin ve kütük kapma yarışının, bu vaat ve iltifat döneminin mümkün olduğu kadar uzun sürmesini ister.

Kriz var!

         Ama bu kez durum biraz farklı. Kriz var.  Cumhurbaşkanı seçimi sorunu, 27 Nisan e-muhtırası, Cumhuriyet mitingleri ve DTP’nin bağımsız adaylarla TBMM’yi zorlama kararlılığı, bu seçimlere “kriz” sözcüğüyle adlandırılan farklı bir mana ve ehemmiyet kazandırdı. Çok partili hayata geçtiğimiz ve askeri darbelerle bütün siyasal kurumları kaybetmiş ve her defasında içi biraz daha boşalmış olarak ölüp dirildiğimiz  “demokratik” hayatımız, devletin yapılandırılmasına ilişkin derin sorunlarla çalkalanıyor.        

Birinci “kriz” etkeni çözülmüş sayılır. TSK, eşinin başı türbanlı ve Milli Görüş geleneğinden gelen bir şahsın Cumhurbaşkanı olamayacağını açıkça belirtti; Çankaya kapısında kılıcını çekmiş bekliyor. 

İkinci “kriz” etkenine gelince. Ancak örgütlü bir güç tarafından gerçekleştirilebilecek  kadar etkin, ama hiçbir örgütlü gücün sadece kendi inisiyatifiyle beceremeyeceği kadar kitlesel ve coşkulu olan Cumhuriyet  mitingleri,  siyaseti ve siyasal partileri ezerek müsabaka çıtasını çok yükseltti. (Tuncay Özkan’ın  İzmir Mitingi’nde kürsüden Deniz Baykal’a hitap ediş tarzını hatırlayalım!)  Siyasal partiler şimdi bu mitinglerin gölgesinde yarışmak, onları taklit etmek zorundalar. Üstelik bu Cumhuriyet Mitingleri dalgasının, istenmeyen seçim sonuçlarının ardından orta sınıfa özgü bir “devrimci durum” yaratması ve arkasından, toplumun daha alt kesimlerinden gelebilecek protestolara kapı açması ihtimali de var. Unutulmamalıdır ki, bütün “devrimci durum”lar küçük/gizli örgütlenmelerin başlattığı ama sonra ipin ucunu tutamadığı bu türden kitlesel gösterilerle başlamıştır.  Koskoca Ekim Devrimi bile Petrograd’da  8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle yapılan  bir yürüyüşle başlamıştır. Bozkırlar gerçekten kuruysa  tek bir kıvılcım bile  onları tutuşturmaya yeter.

Üçüncü “kriz” etkeni, yani  DTP’nin bağımsız adaylarla  mevcut statükoyu  zorlama girişimi de,   Talabani-Barzani-Öcalan üçlüsünün,  yeni krizlerin anası olarak ülkenin yasama organında söz sahibi olmasına yol açabilecek kuvvettedir. Bu arada bütün siyasal partilerin marifetiyle  bağımsız adayları aday listelerinden alelacele çıkarmanın, mevcut demokrasi için bile pek çiğ kaçtığını ve bağımsız adaylara oy verecek Kürt yurttaşlarımıza ayıp olduğunu belirtelim.

Cunta demokrasisi

Bütün bunlara “parlamenter demokrasi”, bu curcuna ve aldatmacanın devamından yana olanlara da “demokrat” deniyor. Siyasal partiler ideolojik bakımdan çürümüşlerdir. Halk bunun farkındadır. Sağ-sol-orta ayrımları silinmiştir; bütün partiler bagajlarındaki her türlü ideolojik yükü geminin bordasından atarak merkeze doğru hücuma geçmişlerdir. Dünyanın hiçbir merkezi bu kadar çok siyasal partiyi taşıyamaz. İlkeler ve tarihsel geçmiş silinmiştir. Yılların sosyal demokratı  Ertuğrul Günay AKP’nin, yılların sağcısı İlhan Kesici CHP’nin saflarına katılmıştır (Sinan Cemgil’in bu İlhan Kesici’yi 60’lı yılların sonunda ODTÜ’de, sağcıların önde gidenidir diye, eşşek sudan gelinceye kadar dövdüğü doğru mudur?) Partilerin vitrini,  mankenler, güreş ve karete şampiyonları, türkücüler ve şarkıcılarla doldurulmuştur. Dedik ya, ülkede şenlik var!

 Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl (Everest, 2006) adlı kitabında, batı tipi demokrasinin  Soğuk Savaş döneminde uygulanan bir denge siyasetinin ürünü olarak geliştirildiğini, tarihsel olarak henüz sınanmadığını ve geleceğinin belirsiz olduğunu uzun uzadıya anlatır. Azgelişmiş, yeterince sanayileşememiş ülkelerde demokratik siyasetlerin yarattığı zorlukları siyaset bilimcilerinin yanı sıra “hiciv ustaları”na havale eder.

Türkiye’ye Avrupa demokrasisinin kurumlarını aşılamaya çalışmak tarihsel bir paradokstur ve ironik yanları vardır. Biz sosyalistler ya da ortodoksiye bağlı komünistler, “demokrasi” söz konusu olduğunda, daha çok  “konseyler demokrasisi”ne,  tarihsel anlamda Sovyetik/ demokratik yapılara yatkınızdır. Ancak Fransız Devrimi’ni andıran, halk kitlelerinin gerçek temsilcisi niteliğinde  Konvansiyonel yapılara, Müdafaa-i Hukuk örgütlenmelerine, Birinci B.M.Meclisi’ni andıran yasama organlarına da “hayır” demeyiz. Cumhuriyet değerlerinin gerisine düşüp,  yukarıda tasvir ettiğimiz gibi bir “demokrasi” uğruna, AKP-ABD-AB’nin peşine takılmak istemeyiz.

Dolayısıyla Türkiye’deki “demokrasi”,  kuralları ve kurumlarıyla bize pek uymaz. Sadece bize mi? Aslında evrensel burjuva hukukunun normlarına da uymaz. Ülkenin bütün yasaları, başta anayasa olmak üzere tartışmalıdır.  Toplumun sınıfsal ve sosyal  taleplerinden ve ihtiyaçlarından kaynaklanmayan,  12 Eylül darbecileri tarafından oluşturulan  anayasanın ve yasaların tek bir maddesi üzerinde bile uzlaşma sağlanamadığı, şu bir iki ay içinde dramatik biçimde ortaya çıktı. Çünkü bu yasalar, halkın, hatta burjuvazinin bile iradesiyle belirlenmemiş bir  hukuksal sisteme dayanıyor. Oportünist siyaset erbabı (özellikle Demirel- İnönü koalisyonu zamanında) elinde fırsat olmasına rağmen, anayasayı ve mevcut hukuk sistemini değiştirmeye cesaret edemedi. Şimdi ortada hâlâ geçerli olan bir cunta hukuku ve buna eklenmeye çalışılan AB yasaları var.  Ortama hafiften  delimserek bir   havanın   hâkim olması bundandır.

Demek ki, toplumun bütün sınıflarının  bütün talepleriyle sağlanacak ortak bir mutabakat Anayasa’sına ve hukuk reformuna ihtiyaç var.  Statükonun muhafazakârları 12 Eylül Anayasası’na, İslamcı/liberal kesim de AB yasalarına sarılarak mevcut sistemi bu şekilde çekiştirmeye devam ederlerse, bugün yaşanmakta olan şenlik yavaş yavaş kolektif bir cinnet ve dağılma  boyutu kazanabilir. Bu çekiştirmenin maalesef bir iç savaş potansiyeli taşıdığını da söylemek zorundayız.

Kartallar ve Horozlar

Bu ülke varlığını sürdürecekse herhalde böyle bir mutabakat da eninde sonunda olacaktır.  Bizi ilgilendiren, bu süreç içinde sosyalistlerin ne yapacaklarıdır. Mevcut oyunun kurallarına mı uyacaklar, yoksa yeni oyunun kuralları belirlenirken kurucu bir irade mi oluşturacaklar?

Tekrar seçimler konusuna  dönecek olursak, gerçek demokrasinin krize uyduruk çözümler üreterek, mevcut  siyasal partilerle  şenlik havası içinde  üfürük yarıştırarak değil, krizin bir kaosa dönüşmeden DERİNLEŞMESİYLE geleceğini sosyalistlerin gayet iyi bilmeleri gerekir.  Sokaklara çıkan ve daha da çıkacak olan kitlelerin bilincini dönüştürmeye çalışmaları gerekir. Bu seçimlerin bir oyun olduğunu, bu oyun sayesinde iktidarda yorulan atın, uysal ve zinde bir başka atla değiştirildiğini, ancak emperyalist burjuvazinin her defasında yeni  ata aynı koşum takımlarını tatbik ettiğini kitlelere anlatmaları gerekir.

         Sosyalistlerin şenliğe katılmaları da gerekir elbette. Bağımsız adayları da olabilir. Gerçi memleketimizde işçi önderi kalmadığı için mecburen dernek ya da kitlesiz sol parti genel başkanlarını ya da  27 Nisan bildirisini protesto eden 500 imzacıdan birilerini aday göstermek zorunda kalacaklar. Çünkü işçi sınıfı bu seçimlerde de yer alamayacak. İşçi sınıfı, Politzer’in ve diğerlerinin kitaplarında da belirtildiği gibi, devletin biçimiyle değil onun sınıf karakteriyle ilgilenmek durumundadır. Bu ilginin tezahüratı bizim ülkemizde pek görülmese de, işçi sınıfı mücadele içinde, günlük hayat kavgası içinde  öğreniyor. Tıpkı Maxim Gorki’nin romanlarındaki gibi! Şu kriz ortamında biraz da  devletin biçimiyle ilgilenselerdi ve mücadele içinde öğrendiklerini topluma da öğretselerdi, en azından kendi taleplerini dolaysız biçimde  ifade edebilselerdi, ne iyi olurdu? Çünkü bu türden devlet krizleri işçi sınıfı için büyük bir fırsattır. Üstelik bu türden krizlerde işçi sınıfının dolaylı temsili, dengeleri etkileyebilecek bir kuvvet oluşturmak bakımından çok yetersizdir.

Maxim Gorki dedim de, nedense birden üstadın pek sevdiğim bir lafı aklıma geldi: “Kendilerini kartal sanan horozlar uçmaya kalkıştıklarında yerden ancak birkaç karış yükselebildiklerini görürler.” Tabiî o, bu sözlerle, Avrupalı sosyal demokratları, Rus sendikalistlerini, Menşevikleri falan kastediyordu. Bizim durumumuzla bir ilgisi yok.  RED, 23. 05. 2007.