PARLAMENTO NE İŞE YARAR?

Yavuz Alogan

         Köpek İtlaf Yasası Meclis’te kabul edildiğinde bağımsız İstanbul milletvekili Nimet Özdemir isyan etti: “Elli saat komisyonda, iki gündür burada diyoruz ki ‘Bu yasa sahaya uygun değil …’ E, ne değişti? Bütün muhalefet konuştuk da bir tane yasa değişti mi? Yok! Diyorum ki cesur olun, sine-i millete gidelim ya… Hiçbir şeyi değiştiremiyoruz. Gidelim sine-i millete de değiştirelim bir şeyleri.”

         Doğru söylüyor. TBMM, Saray’ın tasdik makamına dönüştü. Sayın Saray teknik olarak Şeriat yasalarını bile tek tek Meclis’ten geçirebilir, Medenî Kanun yerine Mecelle’yi getirebilir, Lozan ve Montrö’den çıkabilir, ne isterse yapabilir. Sistem bu şekilde kuruldu. Fakat bu sistem Reis’in icadı değil, her taviz karşılığında iktidar süresini biraz daha uzatma vaadiyle ona dışarıdan dayatıldı.

         Sine-i millete dönmeden önce Türkiye’deki temsili sistemin nasıl işlediğini, parlamentonun işlevinin ne olduğunu, her defasında komisyon ve genel kurul olmak üzere iki perdelik temsillerle oynanan oyunun bu ilkel diktatörlüğe giden yolu nasıl açtığını anlamak ve halka anlatmak gerekir.  Askeri ve siviliyle siyasî toplum buna nasıl razı oldu?

         Tarihçi Eric Hobsbawm, parlamenter sisteme dayanan temsili demokrasinin tarihsel geçerliliği için dört koşul saptar (Hobsbawm, Everest 2006, 14. bs, s.183-186).

         Birincisi, rıza ve meşruluktan yararlanma gereğidir. Düzenli oy verme süreci yurttaşlara seçimle iş başına gelen hükümetlerin meşru olduğu duygusunu verir. Hükümet bu duygu sayesinde icraatını doğru ve haklı gösterir.  

         İkincisi, farklı sınıf ve zümre çıkarlarının parlamentoda temsilinin halkın çeşitli bileşenleri arasında bir bağdaşım sağlamasıdır. Bu sayede sistem en uzlaşmaz tarafların bile yan yana çözüm arayabildiği bir ortam kurgular.

         Üçüncüsü, parlamentoların yönetmek için değil, yönetenlerin iktidarını denetlemek için ortaya çıkmasıdır.  Parlamentolar “makine gibi hareket ettiği düşünülen bir şeyin [hükümet ya da başkan] frenleri olarak tasarlanan aygıtlardır.” Parlamento hükümdarın/hükümetin yetkilerini kısıtlamış, gerektiğinde kralı giyotine yollamıştır.  

         Dördüncüsü, servet bölüşümüdür. Politikacılar devletin ortak teknesinden beslenebildikleri sürece ulusal çatışmaların üstesinden gelmek kolaylaşır. Sistem sadece kendi adamlarının değil muhaliflerinin de refahını gözeterek varlığını sürdürür.

         Bu dört koşul açısından bizdeki parlamenter sisteme baktığımızda ne görüyoruz?

         Siyasî toplumun seçimle kazanılan meşruluğa kayıtsız şartsız rıza gösterdiğini, bütün siyasî partilerin ve her türlü muhalefetin Saray’ın kanun yaparak ve kararname çıkararak yere tebeşirle çizdiği dairenin içine sıkıştığını, orada birbiriyle boğuştuğunu, bağrıştığını;

         Parlamentoda farklı sınıf ve zümre çıkarlarının değil, farklı parti disiplinlerine bağlı taşra zenginlerinin, lümpen burjuvazinin, etnik ve dinî grupların temsil edildiğini;

         Parlamentonun Saray’ı denetlemek için kullanabileceği hiçbir mekanizmaya sahip olmadığını, yasama görevinin Saray’da yaşayan dar bir yönetici grubun niyet ve tasarılarının onaylanmasına indirgendiğini;

         Muhalefet milletvekillerinin devletin ortak teknesinden yeterince beslendiğini; zenginlerin milletvekili olunca daha da zenginleştiğini, rejimin her türlü muhalefeti servet dağıtım mekanizmalarını kullanarak pek güzel denetlediğini görüyoruz.

Hükümet anayasayı rafa kaldırmış, Devlet’in bütün tarihsel teamül ve geleneklerini çiğnemiş, yargıyı ele geçirip mafyalaştırmış, silahlı kuvvetleri dağıtarak kendi iradesi altında yeniden tertiplemiş, ekonominin yönetimini küresel kurumlara devretmiş, ülke kaynaklarını varlıklarını yabancılara satmış olabilir. Fakat mademki seçim kazanmıştır, o hâlde meşrudur, ne yapsa yeridir. İsterse Olağanüstü Hâl’e karar verir, isterse savaş çıkarır, isterse nüfusun yarısını öteki yarısının üzerine salar, kendisine rıza göstermeyen bilinçli ve nitelikli insan gücünü ülkeden kovarken ümmeti takviye etmek için ithal ettiği göçmenlerle milleti kuşatır. Ne isterse onu yapar!

Solcu gibi duran liberallerin ve tatlı su akademisyenlerinin 90’lı yıllarda keşfettikleri Şerif Mardin’in “çevre-merkez dikotomisi (ikiliği)” açısından bakmak da mümkün.

Burada “merkez” Cumhuriyet’in devlet bürokrasisi, onun savunduğu devrim kanunları ve kültür devrimidir. “Çevre” ise kültürel ve sosyolojik olarak yabancılaştığı “merkez”i sürekli kılık değiştiren örtülü bir muhalefetle kuşatmakta olan muhafazakâr   taşra ve onun mensup olduğu sivil toplum, yani kadim tarikat ve cemaatlerdir.

   1950’lerden itibaren merkeze doğru kayan, nihayet merkezi dağıtan, merkezin yerine oturmakla kalmayan, Devlet’i de ele geçirerek onu kendi suretinde yeniden inşa eden “çevre”nin ne mal olduğunu ve neye mâl olduğunu şu yirmi yıl içinde hep birlikte gördük. Bundan bir çeşit demokrasi, toplumsal kalkınma, ilerleme, barış ve güvenliğin çıkmayacağını, plansız programsız açlığa, iç ve dış çatışmalara sürüklendiğimizi, soyulduğumuzu yağmalandığımızı herhalde anladık.

Şimdi yapılması gereken, “çevre”nin eski yerine iade edilmesi ve “merkez”in yeniden inşa edilmesidir.  

Bu yapılmadığı taktirde, merkeze oturan ve sadece Reis’in sembolik varlığıyla bir arada tutulan “çevre,” sebep olduğu çok yönlü krizlerle kendi içinde bölünüp dağıldıkça Türkiye çok daha ağır kayıplara uğrayacak ve 21. yüzyıldan tek parça hâlinde çıkamayacaktır. Bu sistem devam ettiği sürece bizi bekleyen, ağır bir kimlik krizinin eşlik ettiği iç ve dış çatışmalarla helâk, açlık ve sefaletle perişan olmaktan başka bir şey değildir. Veryansın, 04. 08. 2024

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *