Yavuz Alogan
Kısa bir araştırmayla binayı buldum. Günümüzde Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanılan bina, 1927’de Atatürk’ün emriyle Türk Ocağı Merkez binası olarak inşa edilmiş. Ankara’da betonla inşa edilen ilk bina… 1931’de Türk Ocakları kapatılmış. 1932’de bina Ankara Halkevi olarak kullanılmak üzere Cumhuriyet Halk Fırkası’na devredilmiş. 1952 yılında bu kez Demokrat Parti, Halkevleri’ni kapatmış. 1961 yılında Cemal Gürsel’in emriyle bina önce Millî Eğitim Bakanlığı’na, ardından tekrar Türk Ocakları Derneği’ne devredilmiş. 1965’te bu kez Köy İşleri Bakanlığı’na aktarılmış fakat Türk Ocakları Derneği binadaki etkinliklerini sürdürmüş.
Bina değil, sanki Türkiye’nin ideolojik krizlerinin, kesinti ve kopuşlarının, iniş çıkışlarının abidesi.
1961-1965 yıllarında, o sıralarda Ankara Maarif Müdürü olan babam beni o binada verilen Türk Ocağı Konferansları’na götürürdü. Salon fazla kasvetli, aşırı süslüydü. Sadece iki konuşmacıyı hatırlıyorum: Şevket Süreyya Aydemir ve Selahattin Arıkan. İki ayrı dünya…
Elbette sadece ikisini hatırlamam sebepsiz değildi. Evdeki kitaplıkta Şevket Süreyya’nın “Suyu Arayan Adam” ve “Toprak Uyanırsa” gibi ilginç isimleri olan imzalı kitapları vardı. O sırada mı okumuştum onları, okuduysam ne anlamıştım, hatırlamıyorum. Her ne hikmetse kitapların içinde daktiloyla pelür kâğıda yazılmış, yazarın mürekkepli kalemle imzaladığı kısa açıklama notları vardı. Hâlâ durur.
Selahattin Arıkan ise aile dostuydu. Sert antikomünist, beyaz saçlı, çatık kaşlı, yaşlı bir adamdı. İnönü’nün Maarif Vekili olarak Hasan Âli Yücel’in yerine getirdiği, Köy Enstitüleri’ni kapatan Reşat Şemsettin Sirer’in sağ koluymuş bir zamanlar.
Elbette ayrıntıları çok sonra öğrenecektim. O sırada onlu yaşların başındaydım. Kravatlı, takım elbiseli minyatür bir adam olarak bir koltukta oturur, can sıkıntısından patlayarak konuşmaları dinlerdim. Fakat dikkatimi çeken, ikide bir gözümün kaydığı bir şey vardı: kürsünün olduğu sahnenin tam tepesinde, süslü alınlığın orta yerinde, tüyleri diken diken kabarmış, gözleri alev alev yanan, dik kulaklı, yeleli bir Bozkurt rölyefi… Korkunç yüzüyle hâlâ gözümün önündedir.
Bozkurt figürüyle ikinci karşılaşmamdı. Hayatıma giren ilk Bozkurt’u, Yavrukurt üniformamın kemer tokasında kabartma olarak görmüştüm.
Daha sonra onu üniversite kantinlerinde gördüm. Önceleri “komandolar” diye anılan, daha sonra “ülkücü” ismini benimseyen gençler, işgal ettikleri okulların kantinlerine, hatta sokaklara bile üç hilâl ve başını kaldırmış uluyan bir Bozkurt resmederlerdi. Bizim kantinlerde ise mutlaka Mustafa Kemal’in kalpaklı bir resmi olur (“Bağımsızlık benim karakterimdir,” “Ya İstiklâl, ya Ölüm!”) ona bazen Ho Şi-minh ya da Che Guevara resimleri eşlik ederdi.
Fakat 1990’lara kadar kimsenin parmaklarını kurda benzeterek (işaret ve küçük parmak kulaklar, diğer üç parmak burun) işaret yaptığını görmedim.
Elle yapılan kurt işaretini Alparslan Türkeş 1991 yılında Azerbaycan’dan getirdi. Sovyetler Birliği dağılmış, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk Dünyası”nı birleştirme umutları canlanmıştı. Daha önce, 1941’de Nazilerin Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla canlanan bu umut (emekli general Hüseyin Erkilet başkanlığında askerî bir heyet, Kırım’da Wehrmacht generalleriyle “Esir Türkler” meselesini görüşmüştü), Soğuk Savaş döneminde CIA tarafından hep canlı tutuldu (üçlü ajan -CIA, BND, MİT- Enver Altaylı’nın “CIA’nın Türk Casusu Ruzi Nazar” başlıklı kitabı bu dönemin “Türkçü” faaliyetlerini pek güzel anlatır). Nihayet Türk Dünyası, yerini Yeşil Kuşak projesine bırakarak gündemin alt sıralarına indi. BOP projesiyle birlikte bu kez ılımlı/ılımsız siyasî İslam emperyalizmin hizmetine girdi. “Türkî” denilen cumhuriyetler ise zamanla Batı’dan NGO’ların ve çokuluslu şirketlerin, doğudan Çin sermayesinin istilasına uğradı, Rusya’nın örtülü faaliyetlerine hedef oldu.
Neyse, konumuz bu değil.
Alparslan Türkeş elini kurt gibi yapıp taraftarlarını selamlamaya başladığında, 1970’lerde sergilediği “Davadan döneni vurun, ben dönersem beni de vurun!” sertliğini önemli ölçüde kaybetmişti. Bir siyaset adamı olarak kayda değer hiçbir başarısı yoktu. Daha babacan görünüyor, akıllı uslu konuşuyordu. Zaten o saate kadar vuran vurmuş, vurulan vurulmuştu. 70’lerde MHP milis olarak örgütlenmiş bir Soğuk Savaş organizasyonuydu. Devlet’in üç büyük düşmanından “Komünizm”e karşı yarı-askerî tarzda örgütlenmişti. Bugün pek hatırlanmayan “Dokuz Işık Doktrini”ni CHP’nin Altı Ok’una alternatif olarak savunuyordu.
Hareket, 1972 yılında Ankara’da trafiğin durgun olduğu Karanfil sokakta geri manevra yapan bir ekmek dağıtım kamyonunun altında can veren Dündar Taşer’in özgün Türk milliyetçiliğinden, “Tanrı Dağı kadar Müslüman, Hira Dağı kadar Türküz” çizgisine gelerek bir tür Türk-İslâm sentezine yöneldi, oralardan gelerek sonunda Cumhur İttifakı’nda karar kıldı. Ben bunda şaşılacak bir şey görmedim.
Türkiye’de Devlet, en büyük tehlike olarak gördüğü “Komünizm”in tanımını çok geniş tutmuştu. Gladyo örgütlenmesinden Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne, MHP-Ülkü Ocakları’ndan oluşan milis güçlerine kadar her türlü yapı kullanılarak “Komünist” denilen kişi ve çevreler yıpratılmış, iki askerî darbeyle imha edilmiş, bu arada ülkenin olanca entelektüel, Aydınlanmacı/devrimci birikimi üniversitelerden köy okullarına, yayınevlerine kadar tasfiye edilmiş, günümüzün çorak iklimi bu şekilde yaratılmıştı. Sonraki yıllarda Devlet, ikinci büyük tehlike olarak gördüğü İrtica’ya bütün kurumlarıyla birlikte teslim olacak, üçüncü büyük tehlike olarak gördüğü etnik silahlı bölücülüğün sivil uzantılarına TBMM’nin kapılarını açacaktı.
Devlet Bahçeli’nin de ilk dönemlerinde eliyle bozkurt işareti yaptığını hatırlamıyorum. Ecevit’in 1999-2002 koalisyon hükümetinde Başbakan yardımcısı olmuştu, “Ülkücü silah değil bilgisayar taşımalı” gibi şeyler söylüyordu. İkide bir parmaklarıyla kurt işareti yapması hoş olmazdı.
Aslında MHP 1980’de elekten geçmiş, Abdullah Çatlı gibi militan silahlı unsurları Devlet’in istihbarat organları tarafından önce istihdam edilmiş, sonra dağıtılmış; Muhsin Yazıcıoğlu, Alperenlerini alarak ayrı bir parti kurmuştu. Kullanılmaya, mafyalaşmaya yatkın, denetlenmesi zor, kapalı bir yapıları vardı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Hırant Dink cinayetinden hemen sonra, “Bizim tarlamızı başkaları sürmüş” sözü çok anlamlıdır. Başkalarının sürdüğü o tarlada her türlü zararlı bitki yetişmeye devam ediyor.
Sinan Ateş cinayeti bugünün MHP ve Ülkü Ocakları’nın anatomisini bütün ayrıntılarıyla daha şimdiden gözler önüne serdi. Kendi adamlarını, dışladıktan sonra, siyasî nedenlerle ve merkezî bir kararla öldürmüş olamazlar. Rahmetli Sinan Ateş, muhtemelen, herkesin tahmin ettiği, bilenlerin ise dile getirmekten çekindikleri çok önemli bir teşkilat sırrına ulaştığı ve “omerta” (konuşmama) kuralını ihlâl ettiği için öldürüldü. Hareketin bir kesimi onu kendisi için çok tehlikeli bulmuş olmalı. Hakikat günün birinde mutlaka ortaya çıkacaktır.
Neyse uzatmayalım…
Elle yapılan kurt işareti Cumhur İttifakı’nın şu içinde bulunduğumuz son döneminde yaygınlaştı. İhvan-ı Müslümin’in bütün ülkelerde çuvallamasıyla birlikte Rabia işareti dış politikanın bir gereği olarak sahneleri ve meydanları terk ederken, parmakları kurda benzeterek yapılan o tuhaf işaret hızla yayılma belirtileri gösterdi. MHP tabanına şirin görünmek isteyen bütün siyasîler, Sayın Reis’ten Kılıçdaroğlu’na, Meral Akşener’e kadar, olur olmaz her yerde işaret ve küçük parmaklarını kulak gibi yapıp, diğer parmaklarını kurdun yüzünü simgeleyecek şekilde birleştirerek sağcı kalabalıkları selamlamaya başladılar. El hareketi giderek yayıldı, sonunda uluslararası alana taşınarak UEFA’nın bile gündemine girdi. Şimdi yurt içinde ve dışında bu işaretin hızla yayılacağı bir döneme girildiğini anlıyoruz.
Sonuç olarak, elle yapılan kurt işareti, MHP-Ülkü Ocakları ve bu hareketten türeyen Zafer Partisi gibi oluşumlara aittir. Elbette buna kimse karışamaz. Fakat bu işaret, ne kadar yayılırsa yayılsın, Türk milletinin ulusal birliğini temsil etmez. “Türklüğün ulusal sembolü” de değildir. Bu yönde zorlandığı ve yayıldığı ölçüde bölücü bir sembole dönüşecek ve halk arasındaki uzlaşmaz çelişkileri keskinleştirecektir.
Türk milletinin ulusal birliği ay yıldız ve kalpaklı Mustafa Kemal imgesiyle temsil edilir. Bizi millet olarak birleştiren sadece budur. Bizim ulusal kimliğimiz bellidir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”
Geçerken belirtelim, fotoğraf hilesiyle Atatürk’ü kurt işareti yaparken ya da yüzünün yarısı kurt şeklinde ya da bir kurtla birlikte göstermek tam bir saygısızlık, cehalet ve alçaklıktır.
Her milletin duygu dünyasında, derin belleğinde yer etmiş efsaneleri, destanları, simgeleri vardır. Almanların Nibelungen Destanı hâlâ yerli yerinde, insanlar hâlâ Wagner’in Nibelung Yüzüğü operasını seyrediyorlar ama Nazilerin gamalı haçı tarihin çöplüğünde duruyor. Roma şehrinin dişi bir kurdun emzirdiği Romus ve Romülüs tarafından kurulduğunu anlatan destan da yerinde duruyor. Rusların efsanevi hayvanı ayıdır mesela. Tanrı tanımaz anarşist Mihail Bakunin, insanın bir tür maymundan geldiğini iddia eden Darwin’e çok kızmış, insanın gerçek atasının Rus ayısı olduğunu ispatlayan (!) bir kitap yazmıştır. Fransızların sembolü Galya Horuzu, Amerikalılarınki Kel Kartal, İngilizlerinki Aslan’dır.
Bizimki de Bozkurt’tur. Ne var bunda?
Biz de demirden dağları eritip Bozkurt önderliğinde selamete çıkmış olalım. Burada bir sorun yok. Sorun, Bozkurt’un tek bir siyasî akıma mal edilerek siyaset çarkında yıpranmış, lümpenlerin, mafya gruplarının, katillerin katına inerek aşırı derecede kirlenmiş ve nihayet komik bir el işaretine indirgenmiş olmasıdır. Bozkurt’u bu açmazdan kurtarıp gerçek yerine, mitoloji alanına iade etmek, yerinde ve tadında bırakmak gerekir. Veryansın, 07. 07. 2024