Yavuz Alogan
Türkiye’deki 68 kuşağının “anarşizm” sözcüğüyle karşılaşması oldukça tuhaf bir biçimde, radyo ve gazete haberleriyle gerçekleşti. Mücadeleye akademik özgürlüklerin sınırlarını genişletmek için başlamışlar, sonra sosyalizmin parlamenter olmayan yollarını aramaya koyulmuşlardı. Devrim yapmak ve sınıfsız bir topluma giden yolu açmak istiyorlardı. Ancak bu hedefe hangi yoldan varacaklardı? TİP gibi bir partinin seçimlerde çoğunluğu kazanmasıyla mı? Gerilla hareketiyle ordular kurup kırlardan kentleri kuşatarak mı, yoksa kent ayaklanmalarıyla iktidarı ele geçirerek mi? Yirmili yaşlardaydılar. Kendi aralarında devrimin ne zaman gerçekleşeceğini konuşuyorlardı: altı ay sonra mı, yoksa bir kaç yıl mı?
“Komünizm” sözcüğü halkın zihninde olumsuz bir yer edindiği için “sosyalizm” sözcüğünü tercih ediyorlardı. Gel gör ki, onlara “sosyalist” değil, ısrarla “anarşist” deniyordu. Bu arada, sloganlar sloganları, sopalar sopaları, silahlar silahları çağırmış ve polisin desteklediği milliyetçi gruplarla çatışmalar başlamıştı. Sağcı gazetelerde ve radyo programlarında “anarşik” olaylar ya da “üniversitelerdeki anarşi” hakkında yorumlar yapılıyor; “Marksist-Leninist, hatta Maoist grupların öğrencilerle (!) çatışarak anarşik olaylar çıkardığı”ndan söz ediliyordu.
Radyo ve gazeteler bas bas “anarşistler”den söz ederken devrimci/sosyalist öğrenciler bu sıfatı üzerlerine almadılar. Onlar o sırada, Sol Yayınları’nın çıkardığı Marksist klasikleri okuyorlar; çıkan her kitap anında tükeniyor ve yeni baskılar bekleniyordu. Latin Amerika gerillasının yöntemlerini inceliyor, Carlos Marigella’nın üzeri kurşun delikleriyle süslü bir kapağı olan Şehir Gerillası adlı kitabını, PDA’cıların zuhur etmesiyle birlikte de Çin Devrimi hakkında çıkan kitapları ve yazıları okuyorlardı. Sosyalist devrimler nasıl gerçekleştirilmiş, Lenin’in iki taktiği neymiş, Çin Halk Kurtuluş Ordusu “enginleri fethetme ruhu”yla kentleri nasıl kuşatmış, Granma seferiyle Küba sahillerine çıkan gerillaros büyük zayiata uğradığı halde siyasal iktidarı nasıl ele geçirmiş?
Özetle, ben “anarşistim” diyen tek bir kişi yoktu. Ancak daha derinlere bakabilenler, “kitleyi karşıya almamak” için utangaç bir tutumla da olsa laf arasında aykırı şeyler söylüyorlardı. Örnek vermek gerekirse, Mete Tuncay, kendi görüşlerini Türkiye’de Sol Akımlar, 1908-1925 başlıklı kitabının 18. sayfasında yer alan 6 numaralı dipnotta (özetle, tarihsel olarak Marksistler değil anarşistlerin sezgileri haklı çıkmıştır, diyerek) açığa vuruyor ya da sayfa diplerinde gizleyebiliyordu. Kitabın ilk baskısının yapıldığı 1967 yılında ve daha sonrasında bu gibi sözlerin fazla ilgi uyandırmadığı açıktır. Zira o sırada daha muteber kaynaklar, “anarşizm”in ipini çoktan çekmişler ve onun tarihsel mahkûmiyetini belgelemişlerdi. Sevim Belli, K. Marx-F. Engels’ten Anarşizm Üzerine ( son bs. Sol-Onur, 1999) adlı kitabı kaç yılında çevirmişti ve kitabın ilk baskısı ne zaman yapılmıştı şimdi hatırlamıyorum (kitaplıkta derin bir kazı çalışması yapmak gerekir), ancak sosyalizmin büyük üstatlarının “anarşizm”i mahkûm ettikleri açıktı. Onlar, devlet aygıtlarının tamamen yok edilmesi ve “devlet” kavramının kökten reddedilmesi halinde, sosyalizmin kurulamayacağını, devrimci işçilerin Paris Komünü sonrasında olduğu gibi kitlesel ölçekte boğazlanacaklarını ve devrimin yok edileceğini söylüyorlardı.
Tabii o dönemde, Lenin’in “profesyonel devrimcilerden oluşan parti” görüşü ile Sergey Neçayev’in 1869 tarihli “Devrimcinin Kateşizmi” başlıklı broşürü arasında bağlantı kurabilecek veya gene Lenin’in “Devlet ve Devrim”indeki program ile anarşistlerin o dönemde Çarlık Rusya’sında benimsedikleri program arasındaki benzerlikleri görebilecek ve daha sonra olanları bir de bu ışık altında düşünebilecek kadar meseleye vâkıf kimse de yoktu.
Bunun yanı sıra biraz da otosansür vardı sanki. Birkaç örnek vermek gerekirse: Ağaoğlu Yayınları’ndan çıkan, Edmund Wilson’ın Lenin Petrograt’ta adlı kitabını çeviren Can Yücel, kitabın eleştirel ve oldukça liberter yorumlar içeren Önsöz ve Giriş bölümlerini nedense atlamış ve kitabın muhtelif yerlerinde yer alan benzer paragrafları çıkarmıştı (bu kitabın eksiksiz hali 2004 yılında İthaki Yayınları tarafından Lenin, Tarihi Yazanlar ve Yapanlar adıyla yeniden basıldı). Öte yanda, Cohn-Bendit’in Anarşizm, Komünist Bürokrasiye Karşı başlıklı broşürü ile Jacques Duclos’nun Anarşizm: Sol Adına Sola İhanet başlıklı anarşizm karşıtı kitabı (çev. Babür Kuzucu) daha 1969’da Ant Yayınları tarafından aynı cilt içinde ve birbirine ters dizilerek basıldı. Ancak bütün bunlar fazla dikkati çekmemiş, tartışılmamıştır.
Türkiye’deki sosyalist öğrenciler 1961 Anayasası’nın sağladığı “kısmi özgürlük ortamı”nda sosyalizme yönelerek ortalığı ayağa kaldırırlarken, Avrupa’da yükselen öğrenci hareketleri tam bir anarşi cümbüşü yaşıyor ve kendi devletlerini kökünden sarsıyorlardı. Ana babaları dünya savaşları, askeri işgaller ve partizan savaşları görmüş, ellili yılların sonuna doğru nihayet sosyal refah içinde yaşamaya başlamış insanlardı. Bu yüzden Batılı gençlerin isyan edecekleri daha çok şey vardı. Bir kere reel sosyalizme ve onun tezlerine karınları toktu. Sovyetler Birliği’ne ve Doğu Bloku ülkelerine zerre kadar sempati duymuyorlardı. 1956 yılında Macaristan’da yetkililere dilekçe vermek için yürüyüşe geçen öğrencilere ateş açılması, halkın silahlanarak yerel konseyler kurması ve köylülerin toprakları işgal etmesi üzerine Sovyet tanklarının bu ülkeyi ezip geçmesi, Duvar’ın öte yanındaki sistemin ne menem bir şey olduğunu göstermişti. Çekoslovakya’nın 1968’de Varşova kuvvetleri tarafından işgali aynı şeyi bir kez daha göstermiş, işgali protesto etmek için kendini ateşe veren üniversite öğrencisi Jan Palach’ın vücudundan yükselen alevler 68’i aydınlatan ışıklardan biri olmuştu. Nitekim Sorbonne ve Nanterre üniversitelerinin işgal komiteleri, 17 Mayıs 1968 günü SSCB Komünist Partisi’ne çektikleri telgrafta şöyle diyorlardı: “Titreyin bürokratlar, uluslararası işçi konseylerinin gücü sizi kısa süre içinde yok edecek! Yaşasın Kronştad denizcilerinin ve Maknovşçina’nın Trotskiy ve Lenin’e karşı mücadelesi. Yaşasın 1956 Budapeşte Konseyci ayaklanması. Kahrolsun devlet!”
Batı’daki 68’li öğrencilerin sosyalizmi keşfetmek, onun tarihinden dersler çıkarmak gibi bir dertleri yoktu. Onlara göre ortodoks Marksizm’in barutu çoktan tükenmişti. Yeni Sol “anarşizm”e doğru yol alıyor; Herbert Marcuse “anarko-sosyalizm”den söz ederken, öğrenci hareketinin liderlerinden (ve bugünkü Avrupa Parlamentosu’nun demagoglarından) Cohn-Bendit kendisini “Bakunin tarzında” Marksist (!) olarak tanımlıyor; ABD’deki Kara Panterler, Bakunin ve Neçayev’in kitaplarını basıyorlardı. Bir başka kesim de, Mao’nun Çin’de gerçekleştirdiği Kültür Devrimi’ni savunuyor, “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Yarışsın” sloganını yanlış anlıyor ya da hiç anlamıyor (zira o sırada Çin’de yaşananların iç yüzü ne Doğu’da ne de Batı’da biliniyordu); Franz Fanon’un Üçüncü Dünyacı Marksizm’i üzerine çeşitlemeler yapıyor; öncü partiyi savunmasına rağmen Che Guevara’yı “Yeni Bakunin” olarak görüyordu.
Şenliğin Sonu
Bütün bu karmaşa içinde sabit olan tek bir hedef vardı: devletsiz toplum. 68’in devrimci hareketleri, devletin olmadığı, özyönetimli, ihtiyaçlara göre kurulan ve işleyen, komün tarzı, özgür ve liberter toplumların içinde yaşamak istiyorlardı. İsyanları gerçekçi, hedefleri ütopik idi; gayet gerçekçiydiler ve imkânsızı istiyorlardı. ABD’de Vietnam Savaşı’na karşı yükselen protestolarla beslenen Karşı Kültür hareketi daha da ileri gidiyor, “savaşma, seviş,” çağrısında bulunuyordu. James Rubin, “Dünya, beslenmenin ve barınmanın özgür olduğu, her şeyin paylaşıldığı büyük bir komün olacak,” diyordu; “Pentagon’un yerini de LSD deney çiftliği alacak.”
Avrupa ve ABD’nin 68’i özünde anarşist bir hareketti. Şiirsel özgürlüğü insanlığın bilincinde derin ve kalıcı izler bıraktı; gençlik kültürünü dönüştürdü; sanatın bütün dallarında yeni arayışlara yol açtı.
Ama tabii her şenliğin bir sonu vardır. İsyanlar, mitingler, işgaller, yürüyüşler, fikirler ve sloganlar sonsuza kadar devam edemez. İsyan, örgütlenerek belirli bir hedefe yönelemezse erimeye başlar ve bu noktada da Lenin’in müstehzi yüz hatları belirir.
Fransa’da işçiler greve çıkıp ardından fabrikaları işgal etmeye başladıklarında işin rengi değişti. Burjuva devlet aygıtları II. Dünya Savaşı’nın sonunda faşizme karşı silahlı direnişleri sayesinde büyük bir kitlesellik kazanan sol hareketleri dağıtırken kazandıkları büyük deneyimi kullanmaya başladılar. Charles de Gaulle bir helikoptere binip Almanya’ya geçti ve oradaki müttefik kuvvetler içindeki Fransız birliklerini Paris’e sevk etti. İşçiler %15’lik bir ücret artışı üzerine fabrikalarına döndüler; sistematik bir yıldırma hareketinin ardından öğrenciler de ailelerinin evlerine döndüler ya da tatile çıktılar. 68 olayları bitti.
Kitlesel mücadele bitti, ama en kararlı ve en umutsuz gruplar kapitalizmin çöküşünü hızlandırmak için tarihi zorlamaya karar verdiler. ABD’de Weathermen, Almanya’da Baader-Meinhof Hareketi, İtalya’da Kızıl Tugaylar ve İngiltere’de Öfkeli Tugaylar, kitlelerin dağıldığı ve hayal gücünü tutuşturan coşkuların yatıştığı bir dönemde, kapitalist devletleri istikrarsızlığa sürükleyerek kitleleri harekete geçirmek (“suni dengeyi bozmak”) için silahlı propagandaya başladılar. 68 Hareketi’nin son perdesi bir dizi trajedinin üzerine kapandı. Türkiye’de de benzer olaylar oldu. Ancak Avrupa’daki devletler isyancı öğrencilerin karşısına, buradaki gibi, Komünizmle Mücadele Derneği ya da polis destekli ülkücü dernekler türünden kuvvetleri çıkarmaya kalkışmadılar. 1973-74 resesyonu ufukta belirmişti. Batılı devletler işçi mücadelesiyle öğrenci mücadelesinin birleşmesi ve sovyetik partilerin de işe karışması tehlikesi karşısında, temsili demokrasi sistemini zedelemeden, sadece baskı aygıtlarını kullanarak liberter hareketleri ezdiler.
Anarşizmin Trajedisi
Aslında bu anarşizmin ilk yenilgisi değildi. Sadece, İspanya İç Savaşı’yla birlikte kapanan bir perdenin biraz aralanmasıydı. Bu aralıktan anarşizmin son kez kitseleselleşir gibi olduğu, mesajlarını siyasal ve kültürel bir formda geniş kitlelere son kez ulaştırabildiği görüldü..
Anarşist hareket XX. yüzyılın başlarında sosyal demokrasi ve komünizm kadar güçlüydü. 1872’de Lahey’de toplanan Sosyalist Enternasyonal Kongresi’nde Marksistler ile Liberterler arasında meydana gelen bölünmenin hemen ardından Saint-Imier Kongresi’nde kurulan Anarşist Enternasyonal, antikapitalist eylemcilerden, devrimcilerden, işçilerden ve sendikacılardan oluşan geniş bir taraftar kitlesi kazandı ve komünist hareketlerle elli yıldan fazla bir süre başarılı biçimde rekabet etti.
Anarşistler 1905 ve 1917 Rus devrimlerinde önemli bir rol, 1911 Meksika Devrimi’nde ise başat bir rol oynadılar. Almanya’da, Fransa’da ve İtalya’da komünistlerden daha etkili oldular. I. Savaş’ın sona ermesinden yirmi yıl sonra anarşistler sanayileşmiş bir ülkede kapitalizme karşı o zamana kadar gerçekleştirilen en büyük ve en başarılı devrimin, 1936-1937’de Cumhuriyetçi İspanya’yı kaplayan toplumsal devrimin mızrak başı olacak kadar güçlüydüler.
Ancak fikirleriyle kitleleri devrimlere hazırlayan anarşistler, yükselen devrimci dalganın daima en dibinde, tabanında kaldılar ve kapitalist ya da sosyalist devletlerin baskı aygıtlarınca, genellikle de devrimci dalganın tepesinde yükselen komünist örgütler tarafından dağıtıldılar. “Hakikat anı” geldiğinde anarşistler örgütlü güçler karşısında tamamen silahsız olduklarını gördüler ve her defasında yenilgiye uğradılar. Komünistlerin, kitle mücadelelerinin yarattığı bütün potansiyeli sağlam biçimde örgütlenmiş bir azınlığın ardında toplayıp kriz anında devletin baskı aygıtlarının en zayıf noktalarına baskı yaparak iktidarı ele geçirme ve devletin bütün örgütlerini devralıp dönüştürerek yeni bir toplumun iktisadi ve sosyal temellerini atma yeteneğini anarşistler tarihin hiçbir olayında sergileyemediler. Bütün toplumsal olaylarda yaşanan o belirleyici an geldiğinde örgütlü güçler karşısında daima yenilgiye uğratıldılar, katledildiler, esir kamplarına sürüldüler, isimleri tarihin kayıt defterinden silindi ve lanetle anıldı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Zira anarşistler devlet kurmak, siyaset yapmak, güçler dengesini dikkate alarak strateji oluşturmak, hatta hiyerarşik ve örgensel bir yapı halinde örgütlenmek bile istemiyorlardı. Tarih boyunca daima, çok derin kültürel temelleri olan, en yüce insani duyarlıkları yansıtan ve gerçek bir eşitlik ve adalet özlemini dile getiren mesajlarını kitlelere aktarmışlar, ancak kitleler onlardan aldıkları ateşle daima örgütlü güçlerin peşinden gitmişler ve devrim anlarında yaşanan o büyük özgürlük ışığını kaybederek pişmanlık içinde dağılmışlar, yeni devletlerin tebası olmuşlardır. Anarşistlerin maceraları Yunan trajedilerine taş çıkarır.
Tarihsel Kökler
Şunu önemle belirtmek gerekir ki, anarşist hareketlerin gelişip güçlendiği, Rusya, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde komünal üretim tarzlarının ve anarşist fikirlerin derin tarihsel kökleri vardı. Başka deyişle o muazzam anarşist gruplar, milyonlarca üyesi olan sendikalar ve köy komünleri devrim zamanlarında ve bir anda ortaya çıkmadılar.
Çarlık Rusyası’nda Narodnikler ve anarşist entelektüeller elli yıldan fazla bir süre sayısız gizli ve yasal örgüt kurarak Rus köylülerini eğitmişlerdir. Ancak Rus köylüleri de geleneksel komünal örgütlenmelerini her zaman korumuşlar, söz gelimi Stoliypin döneminde kırsal kapitalizmin gelişmesine kendi komünal yapılarıyla direnmişlerdir. İlk kırsal “sovyetler” kurulduğu zaman Menşeviklerin ve Bolşeviklerin adı bile henüz konmamıştı. Ekim Devrimi sırasında Kırsal Sovyetler ne Bolşeviklerin emriyle kuruldu ne de kendiliğinden zuhur etmiş bir hareketti. Radikal bir toprak reformu fikri, Narodniklerin, anarşistlerin ve Sol Sosyal Devrimci Parti’nin on yıllarca süren çabaları sayesinde Rus köylüsünün bilincine iyice yerleşmişti. Bu bilinç ve tarihsel özdeneyim sayesinde köylüler Ekim Devrimi sırasında ve hemen sonrasında toprak sahibi aristokrasiyi tasfiye ederek geleneksel mirin kolektif biçimde yönetilmesini sağlayabilmişlerdi. Başka deyişle, her türlü liberter fikir Rus kırsalına kuşaklar boyunca kök salmıştı.
Köyden gelen Rus işçileri bu fikirleri kentlere, fabrikalara taşıdılar. Ekim devrimi sırasında en kalabalık ve en etkin grup anarşistlerdi. Fabrikaların işçiler tarafından işgal edilmesi ve yönetilmesi için marksistlerle birlikte mücadele ettiler; Ekim Devrimi’ne fiilen katıldılar. Devrimi gerçekleştiren Askeri Devrimci Komite’de dört anarşist yer alıyordu. Devrimden sonra Ukrayna’da yedi milyon insanın yaşadığı bir bölge, anarşist-komünist Nestor Makhno’nun önderliğinde kolektif üretim ve özyönetim (68’li öğrencilerin Maknovşçina dedikleri) uyguluyordu
Rus köylerinde olduğu gibi, İspanya’nın çeşitli kesimlerinde de geçmişi XV. yüzyıla ya da daha da gerilere giden güçlü iktisadi özyönetim gelenekleri vardı. İç Savaş’tan çok önce İspanya’nın Levant bölgesindeki sulama sistemlerinde mülkiyeti ortak kaynaklar üzerinde kolektif özyönetim uygulanıyordu. Devrim’in ve iç savaşın kırsal anarşist kolektifleri bu topraklarda doğdu. Liberter iktisatçı Robin Hahnel’in (Economic Justice and Democracy’de [Rotledge, 2005]) verdiği rakamlara göre, anarşist ulusal işçi sendikası konfederasyonu CNT’nin örgütlediği Levant bölgesel federasyonu, nüfusu 1 650 000 olan ve İspanya’nın en verimli topraklarının % 78’ini kapsayan 5 eyaletten oluşmuş bir tarımsal federasyondu. Kolektiflerin sayısı 1937’de 340’tan 1938’in sonunda 900’e çıktı ve bu eyaletlerdeki toplam nüfusun % 40’ı kolektiflerde yaşıyordu. Aragon, Katalonya ve Barselona gibi yerlerde de yüzyıllar öncesinden kalma kolektivist deneyimler ve altmış yıldır süren bir anarşist ajitasyon vardı.
Ortak mülkiyetli benzer kolektif yapılar ve tarihsel derinlik İtalya’da da vardı. Anarşistlerin ilk ulusal kongresi 1876’da toplanmış, ilk anarşist ayaklanma aynı yıl içinde Bologna’da gerçekleştirilmişti. Mussolini devrildiğinde Kuzey İtalya’da açığa çıkan komünist kitle hareketlerinin içinde özyönetimli anarşist işçi örgütleri ve bağımsız sendikalar da vardı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün Avrupa’da her türlü bağımsız işçi örgütlenmesi, anarşist sendikalar, otonom gruplar meşhur gladyo örgütü ile devletler arasındaki işbirliği sayesinde kuşatıldı ve etkisiz hale getirildi. Sovyet sosyalizmini ya da reformcu sosyal demokrasiyi benimseyen partilere ve bu partilerin uzantısı olan sendikalara ise dokunulmadı. Sendikalar hızla ticarileşti; kapitalist şirketleri ya da hayır kurumlarını ya da mafya örgütlenmelerini andıran devasa sendikal yapılar oluştu.
Avrupa bir duvarla bölünmüş, dünya bir dengeye oturmuş ve Soğuk Savaş başlamıştı. Uzun kış uykusu 1968 Mayıs’ına kadar ve Paris duvarlarına şu sözler yazılana kadar devam etti: “Ne tanrı ne patron … Ne kadar tüketirsen o kadar az yaşarsın … Bütün iktidar hayal gücüne … Yasaklamak yasaktır … Gerçekçi ol imkânsızı iste!”
Anarşizme Sığınmak
1989-1992 arasında Sovyet komünizminin ve Doğu blokunun çökmesi, Çin’in glastnostsuz bir perestroykayı benimseyerek kapitalizme geçmesiyle başlayan, giderek Latin Amerika ülkelerinde Bolivarcı kıtasal ulusçuluğun gelişmesiyle süren Marksizm’in itibar kaybı elbette yeni arayışlara yol açacaktı. Leninist örgüt teorisinin bütün tarihsel birikiminin reel sosyalizmin bürokratik yapılarının ve Moskova eksenli partilerin muazzam enkazının altında kaldığını, oradan çıkarılıp bugünün teknoloji dünyasına uyarlanmayı beklediğini kim inkâr edebilir? Trotskist “politik devrim”, Ernest Mandel’in umutlarını bağladığı Doğu Almanya başta olmak üzere eski komünist ülkelerin hiçbirinde gerçekleşmedi. Üstüne üstlük bu geniş coğrafyada sokağa çıkan solcular ellerinde Stalin posterleri taşıyorlar, Rusya’da Stalin halkın oylarıyla en sevilen lider seçiliyor.
Bütün bu gelişmeler XXI. Yüzyılın başlarında anarşizmin farklı bir ışık altında görülmesine yol açtı. Üstelik anarşizmin çok fazla kola ayrılması, tek bir anarşizmin, hatta anarşist bir ana damarın bile olmaması ona bir tür meşruiyet de kazandırdı. Günümüzün anarşizmi fünyesi çoktan sökülmüş antika bir bomba gibidir. Öte yandan, anarşizmin birikimi, bütün ideolojileri, bütün kültürel ve sanatsal akımları, sosyal bilimlerin, hatta psikoloji ve pedagojinin bütün dallarını besler, donatır. Anarşizm, Murray Bookchin’le ekolojist, Emma Goldman’la feminist, Albert Jay Nock’la anarko-kapitalist, Robert Nozick’le bireyci anarşisttir. Hatta Mahatma Gandi’yle sivil itaatsizliği savunur; Tolstoy’la biraz Hıristiyandır.
Anarşizm her zaman anti-kapitalist de değildir; bazen devleti ve siyaseti dışlayarak serbest piyasa güçlerinin serbestliğini insanlığın özgürleşmesi olarak yorumlar; müdahalesiz serbest piyasa liberalizminde bireyin kendi yetenekleriyle layığını bulmasını toplumsal adaletin bir gereği olarak görür. Anarşistler özünde devlete karşıdırlar ve siyasetin yozlaştıcı etkisinden kaçınırlar.
Elbette böylesine karışık bir dünyada anarşizme sığınmanın, tarihsel hezimetleri efsaneleştirerek pek çok öykü anlatmanın kendine özgü cazibesini de inkâr etmemek gerekir. Günümüzde tarihsel haklılık duygusu her türlü muhalifin en büyük ihtiyacıdır. Bugünün anarşizmi, bu ihtiyacı, örgütlenme zahmetine girmeden karşılamanın en kestirme yoludur (çünkü örgütlenme hiyerarşi ve bürokrasi getirecektir). Anarşist olmak, bugünün dünyasında size kimlik kazandırır, tarihsel haklılık sağlar, entelektüel derinlik verir. Ayrıca bütün o öyküler, Kronştad bahriyelilerinin, Madrid savunmasında Durrutti ve Santillan’ın, Dresten barikatlarında kükreyen Bakunin’in kahramanlıkları ve maceraları, Neçayev’in esrarı, Stalin’in kamplarında kurşuna dizilen anarşistlerin direnişi vb. fevkâlade heyecanlıdır ve zihne bambaşka bir küşâyiş verir. Ancak Bertold Brecht’in şu sorusuna yanıt vermez: “Yarına ekmeğiniz hani?”
Errico Malatesta bugünün dünyasında yaşasaydı ne yapardı acaba? Latin Amerika’ya gidip köylüleri ayaklandırmaya mı çalışırdı, yoksa Müslüman olup Usame bin Laden’e mi katılırdı, bilinmez? Ancak Amerika’da bir otonom çiftlikte ya da Amsterdam’da bir liberter kitapçıda gün boyu tarihi öyküler anlatarak pinekleyip, 1 Mayıs’larda eline siyah-kırmızı bayrak alıp başına kara çaput bağlayarak şarkı söylemek için sokaklara fırlamazdı herhalde.
***
Bugünün dünyasında sosyalistlerin anarşizmin kültürel mirasını inkâr etmeleri ve onların tarihsel deneyimlerini görmezden gelmeleri için hiçbir sebep kalmamıştır. Sosyalist devlet bürokrasilerinin resmi tarih anlayışlarını tekrar tekrar üretmenin de kimseye bir faydası yoktur. Bu resmi tarih enkazını eşeleyerek, yan yana getirildiğinde tutarlı olabilecek, bugüne ve geleceğe ışık tutabilecek bir iki anlamlı parça bulmak da mümkün değildir. Kapitalizme karşı iki yüzyıldır verilen mücadelenin hangi noktalarda kesintiye uğradığını, nerelerde sürekliliğini koruduğunu değerlendirirken, her türlü saplantıdan ve taraftarlık duygusundan arınmış geniş bir bakış geliştirmek, son günlerde pek moda olan bir deyişle “tarihi tarihçilere bırakıp”; bugünün dünyasında geçmişin bütün anti-kapitalist kültürüne sahip çıkılarak nasıl “devrimci” olunur, ona bakmak gerekir. RED, 14. 09. 2006