Yavuz Alogan
Alman ilahiyatçı Martin Luther, 1540’larda yazdığı bir mektupta, evrenin merkezi olmayan dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü iddia eden Kopernik’le dalga geçiyordu:
“Dünyanın hareket ettiğini ve gökyüzünün, Güneş’in ve Ay’ın değil de onun döndüğünü ispat etmek isteyen bir astrologdan bahsediliyor, sanki bir at arabasında veya gemide yolculuk eden biri, kendisi sabit ve hareketsiz dururken dünyanın ve ağaçların yürüyüp gittiklerini savunabilirmiş gibi” (akt. A. Koestler, Uyurgezerler, Phoenix 2013, s. 142).
Aristoteles evreni merkezileştirmişti. Kopernik ise onu sonsuza doğru yaymış, merkezsizleştirmiş ve anarşiye sürüklemişti. Koestler’e göre, Kopernik Devrimi’yle birlikte uzay-ruh sürekliliğinin yerini uzay-zaman sürekliliği almış, böylece İnsan ile Tanrı arasındaki yakınlık sona ermişti. Tanrısallık tarafından rahim gibi kuşatılmış bir evrende yaşayan homo sapiens nihayet bu evrenin dışına atılmıştı. “Pascal’ın korku dolu yakınması işte bu yüzdendi” (agy, s. 203).
Bir astrologun çıkıp Batlamyus’un kurguladığı evren sistemini sarsabileceği düşüncesi, Hıristiyan Reformasyonu’nu başlatarak Protestanlık mezhebini kuran Luther’in zihin dünyasına çok yabancıydı.
Kopernik’in göksel cisimlerle uğraştığı zamanın ruhuna bilim ve sanatların koruyucusu Papa X. Leo’nun hoşgörüsü hâkimdi. Kilise’nin yüksek rahipleri kuşkucu ve devrimci düşüncelere açıktı. Bilimle uğraşan din adamları tezlerini açıklamaları için Vatikan’a davet ediliyorlardı. Özgür düşüncenin ve bilimsel sorgulamanın bedeli Kilise’nin mutlak otoritesine itaatten ibaretti. Nikolas Kopernik, Desiderius Erasmus ve Leonardo da Vinci gibi adamlar bu kısa aralıkta soluk aldılar, ortaçağ bağnazlığının durgun sularını bulandırdılar.
Aslında Alman ilahiyatçı Martin Luther’in yaptığı da durgun suları bulandırmaktı. 1517 yılının 31 Ekim günü tarihin akışını değiştiren bir eylem gerçekleştirerek, 95 maddeden oluşan reform bildirgesini rivayete göre Wittenberg Kilisesi’nin ahşap kapısına çiviyle çaktı. Kilisenin alnına çakılan bu çivi insan düşüncesinde büyük çatışmalara, devrimci atılımlara yol açan bir kıvılcım oldu. Martin Luther eyleminin sonuçlarını elbette öngöremez, attığı tohumlarla kapitalizmin ruhunu yarattığını bilemezdi. Onun eyleminin sosyolojik sonuçlarını yaklaşık üç yüz yıl sonra Max Weber yazacaktı: Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu
Aslında Martin Luther’in bütün derdi Endüljans’a, yani para karşılığında insanlara cennette arazi satışına son vermekti. Uygulama Kilise’yi zenginleştiriyor, halkı yoksullaştırıyor, biat ve itaat yöntemi olarak kullanılıyordu. Oysa imanın kaynağı papalık sistemi, kilise ve rahipler değil, sadece İncil’di.
Tarihsel boyutta Martin Luther, farkında olmadan, oluşum halindeki burjuvaziyle birlikte tüccarların ve papalık bürokrasisinin baskı ve sömürüsüne isyan eden köylü sınıfının çıkarlarını temsil etmişti. Yerleşik sistemin düzenini bozan Lutherci hareket ilk anda Prusya ve Polonya’ya yayılarak Avrupa Hıristiyan dünyasını böldü, ardından Thomas Müntzer ve Büyük Alman Köylü Savaşı (1524-25) geldi.
Durgun sular bulanıp ortalık karışınca papalığın hoşgörüsü sona erdi. Liberal Papa X. Leo, Martin Luther’i aforoz etti. Reformasyon karşıtı hareketler ve Otuz Yıl Savaşları’yla birlikte entelektüel gelişimin altın çağı sona erdi. Kopernik’in ölümünden doksan yıl sonra, onun rahat bir ortamda geliştirdiği “Göksel Kürelerin Devinimleri” teoremini bir adım ileri götüren Galileo Galilei engizisyonda yargılanacaktı.
Dönemin teolog ve matematikçilerinden Piskopos Tiedeman Giese, Reformasyon sonrası Avrupa’yı şu sözlerle tanımladı: “İşte, bütün dünya savaşın içine sürüklendi, vahşi bir mücadeleye ve katliama doğru çekildi ve … bütün Kiliseler kötü niyetle kirletildi” (agy., s133).
Koestler, Reformasyon öncesi ile sonrası arasındaki entelektüel iklim farkının neredeyse orta-Viktorya dönemi ile Hitler-Stalin dönemi arasındaki fark kadar olduğunu belirtir (agy, s.140).
Ortaçağ’a Pisagor’un “gizlilik kültü” hâkimdi. İster matematikte ister astronomide Hakikat’i ya da onun küçük bir parçasını keşfettiğiniz zaman, bunu gizli tutmanız gerekiyordu. Onu başkalarına anlatarak insanların yerleşik inançlarını sarsmanın faydası yoktu fakat toplumsal kargaşaya yol açmak gibi bir zararı olabilirdi.
İnsan zihninin asla dokunulmaması gereken çamurlu ve durgun bir su gibi olduğuna, öyle kalması gerektiğine inanıyorlardı. Bu suyun içine Hakikat’in ve bilimin temiz suyu asla dökülmemeliydi, aksi hâlde temiz su boşa harcanmış, çamurlu su ise çalkalanmış olacak, su iyice bulanacak ve düzen bozulacaktı. Bu yüzden Hakikat’in ve bilimin berrak ve temiz suyu ayrı bir kapta toplanıp biriktirilmeli, sadece o suyun kıymetini bilenlerin, onu daha da saflaştırmaya azmedenlerin bilgisine ve kullanımına sunulmalıydı.
Bu anlayışın 16. yüzyılda Kopernik’le birlikte aşılmaya başladığını anlıyoruz. Bilimsel ve coğrafi keşiflerle temiz su giderek bir çağlayan gibi çamurlu ve durgun suyun içine boca edildikçe, yerleşik ve dokunulmaz sanılan düşünce kalıpları parçalandı, bilimde ve toplumda devrimci atılımların kapısı açıldı. Açılan kapılar bazı tarihsel dönemlerde kapandı, sonra daha geniş açıldı.
Günümüzde temiz ve çamurlu suyun birleşik kaplarda birbirine karıştığını, çalkantının ve bulanıklığın tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak kadar arttığını söyleyebiliriz.
Şu yağmurlu pazar gününde herkese her şeyi sorgulamayı tavsiye ediyorum. İmama teslim olmayalım. Siyasette önümüze konulanla yetinmeyelim. Mevcudu Hakikat gibi görmeyelim. Devrimci atılımların kapısını aralık tutalım, durgun ve çamurlu suları bulandırmaktan korkmayalım. Veryansın, 11.06.2023