ÖRGÜTSÜZ PARTİLER SARAY DEVLETİNE KARŞI

Yavuz Alogan

Siyasî partiler sistemin çürümüşlüğünü kendi içlerinde yeniden ürettiler. Saray’ın icraatını denetleyecek anayasal kurumlar nasıl felç edildiyse, partilerin içinde genel başkanın ve çevresindeki ekibin izlediği politikaları sorgulayacak ve denetleyecek her türlü taban inisiyatifi de aynı şekilde felç edildi. Partinin genel başkanı kendisini bir tekke şeyhi mertebesine yükseltene kadar parti yönetimini merkezileştirmekte sakınca görmüyor. Partisinden örgütlü tepki gelmeyeceğini biliyor. Tepki gösterenin gideceği yer disiplin kuruludur.

En küçük ilçe yönetimini seçen delegeden, genel başkanı ve yönetim organlarını seçen delegeye kadar bütün basamaklarda eş dost ahbap hemşeri bağlarının ve parasal ilişkilerin belirleyici olduğunu kim inkâr edebilir? “Delege ağası,” “delege pazarlığı” gibi terimler  boşuna çıkmadı. Partiler “kurtarıcı lider” ve onları seçen delegelerden ibaret. Parti yönetimini örgüte hesap vermeye zorlayan tek bir mekanizma yok.

Yakın dönemde kurulan ya da dönüşüm geçiren partilerin üyeleri aidat ödemiyor; partinin kısıtlı faaliyet alanı içinde kendi partisini ve ülkede olup biten her şeyi maç seyircisi gibi izliyor ve ancak seçimli kongrelerde hareketleniyor, çünkü ancak o zaman kendisine önem verildiğini hissediyor.

Üyelerin miting, gösteri vs örgütlemesine,  parti teşkilatlarının yerel düzeyde propaganda malzemesi üretmesine gerek yok. Bu işleri  zaten şirketler yapıyor. Şirket sizin propaganda malzemenizi, medyayla bağlantılarınızı, hatta “Ekmek için Ekmelettin” gibi komik sloganlarınızı para mukabilinde hazırlıyor; miting yapacağınız zaman üçüncü sınıf pavyon dekorasyonunu andıran bir kürsü tertibi ve ses düzeni kuruveriyor. Parti üyeleri de otobüslere bindirilip konu mankeni olarak bağırsınlar diye  miting meydanına taşınıyor.

Üye olarak ya da alt yönetim kademesinde verilen emeğin hiçbir değeri ve  karşılığı yok. Parti yönetimi kendisine gerekli gördüğü kişiyi tabanın talebine ve iradesine rağmen rahatlıkla yükseltebiliyor. Partiyle organik ilişkisi olmayan, tahsil terbiye görmüş, siyasî nosyondan ve tecrübeden yoksun (fakat elbette parası ve arkası olan) birini, varını yoğunu ortaya koyup mücadele eden bir parti kadrosunun üzerine rahatlıkla çıkarabiliyor. Parti merkezi, kendisine sorun çıkarmayacak, vitrin değeri yüksek birini partinin içini dışını bilen, lafını esirgemeyen birine her zaman tercih edecektir.

Modern toplumda temsil sorununun çözülebilmesi için siyasî partinin toplumdaki sınıfsal ve meslekî çıkarları birleştiren, onları kendinde toplayan bir özelliğe sahip olması gerekir.  Siyasî partiler uzlaşabilen çıkarları, ideolojik ve politik kümeleri kendi programında birleştirmeye çalıştığı zaman “temsil” gerçekleşir.  Bunun için toplumu oluşturan insan gruplarının da sendikalar, meslek birlikleri, dernekler gibi modern yapılarda örgütlenmiş, yani “kümelenmiş” olmaları gerekir. Tek başına partinin örgütlü olması yetmez, toplumun da örgütlü olması gerekir.

Sokaktan rastgele üye yazarak ya da  başkana duyulan sempati temelinde parti olunmaz. Örgütle organik bağları olan güçlü bir merkez inşa edemeyen,  militan kadroları olmayan ve  toplumun hiçbir kesimini temsil etmeyen parti, istediği kadar medyatik olsun, sıradan  bir insan yığını olmanın ötesine geçemez. Kazara seçim kazansa iktidar olamaz.

Hangi partinin toplumun hangi kesimini ne şekilde temsil ettiği belli olmadığı içindir ki seçmen kitlesi toplumdaki dağınık ve karmaşık siyasî görüşlerden hangisini hangi sebeple seçeceğini bilemez duruma düşmüştür. Falancayı istemediği için filancaya oy verecek, buna da demokrasi denecek.

Mevcut siyasî partilerin hiçbiri farklı toplumsal ve sınıfsal kesimlerin örgütlü olmasını istemez. Bu partilerden  “tarım emekçileri örgütlenmelidir,” “sendikaları güçlendirecek yasalar çıkarılmalıdır,” gibi sözler duyan var mı?  Öğrencileri derneklerde örgütlenerek siyasî topluma fiilen katılmaya cesaretlendiren bir tane “lider” var mı? Hayatın her alanında ezilen insanın örgütlenip kendi hakkını mitinglerle, yürüyüşlerle bizzat aramasını, direnerek, grev ya da boykot yaparak hakkını söke söke almasını savunan parti yok. “Sesinizi çıkarmadan tıpış tıpış gidip bana oy verin de sizi kurtarayım!” Hadi ya!…

Sokak arasında yüksek bir yere çıkan parti başkanı, canından bezmiş çiftçiye, faturalarını ödeyemeyen esnafa, sendikalı olduğu için işten atılan işçiye, yurt bulamayan öğrenciye mikrofon uzatmakla yetiniyor. Ya da miting öncesi canından bezmiş insanları kürsüye çıkarıp feryat ettiriyor.  Bu iletişim ve propaganda tarzının bizim siyasî tarihimizde örneği yoktur; aptallaştırıcı, çaresizliği teşvik edici, utanç verici bir yöntemdir! “Sizi ancak ben kurtarırım” söylemi programın yerine geçmiş.

Şu son yirmi yıl içinde ülkenin tarihinden, kültüründen gelen ortak değerler üzerindeki mutabakat kayboldu; toplum birbirinin hayat tarzına yabancı kamplara bölündü. Yaklaşan seçimlerde seçmen iki hayat tarzından birini seçecek. Kazanan hangi taraf olursa olsun, dışarıdan dayatılan iktisadi ve idari sistem ana hatları değişmeden kalacak.  Kazananın mevcut sistemin iktidara sağladığı imkânlardan ve geniş inisiyatif alanından yararlanmak istemeyeceğini düşündüren hiçbir makul ya da zorlayıcı sebep görünmüyor.

Saray önümüzdeki seçimlere partisiyle değil devletiyle girecek. Müftüyü  imamı seferber eden Diyanet Başkanlığı’yla, her kademeden devlet memuruyla, mafya örgütleriyle, SADAT’ıyla,  askeri ve polisiyle, etrafa para saçarak, tam bir fetih ve cihat ruhuyla kampanya yürütecek. Sosyal medyayı ve muhalif haber kanallarını Ekim ayında çıkaracağı “dezenformasyonla mücadele kanunu” marifetiyle baskı altına almış, YSK’yı ve yargıçları önceden hazırlamış olarak ülke tarihinin en “demokratik” (!) seçimini gerçekleştirecek. Buna razı olacak mıyız?  Önümüzde duran soru budur.  Veryansın, 26. 08. 2022