SOSYAL DEMOKRASİ Mİ DEDİNİZ?

Yavuz Alogan

Sosyal demokrat partilerin iki savaş arası dönemde (1918-1939) fakat özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden (1945) Sovyetler Birliği’nin çöküşüne (1991)  kadar geçen süre içinde vahşi kapitalizmi ehlileştirdiği, sosyal refah devleti anlayışını yerleştirdiği inkâr edilemez.

Yukarıdaki paragrafı, proleter ihtilalinin devrimci çizgisine ihanet ederek devrim sürecinin yerine evrimci dönüşümü geçiren dönek II. Enternasyonal oportünistleri (Bernstein ve Kautsky düşünce ailesi) kapitalizmle uzlaştılar ve onun yapısal krizlerini aşmasına yardımcı oldular şeklinde yazmak da mümkündür.

Bu iki paragraftan hangisini seçerseniz seçin gerçek değişmez: sosyal demokrat partiler Lenin’in III. Enternasyonal’iyle (Komintern) rekabet ederek kitlesel sendikaları arkalarına aldılar; kamu ağırlıklı ekonomiyi, emekçilerin sosyal ve sınıfsal haklarını, orta sınıfların refahını ve toplumsal kalkınmayı savundular.

Savaş sona erdiğinde, Lenin’in Komintern’i  Müttefikler’e güvence vermek isteyen Stalin tarafından kapatılmış, yerine bir enformasyon bürosu olarak Kominform (1947-1956) kurulmuştu.

Neyse uzatmayalım…

Sosyal demokrat partiler dünya komünizminin çöküşüne kadar kapitalizmi dengede tuttular. 1990’lardan itibaren ayaklanma ve devrim korkuları yatışan sermaye, küresel neoliberalizmle birlikte geçmişteki vahşet durumuna geri döndü. Tarihin, aslında “sınıf mücadelesi”nin ve emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin sona erdiğine (Fukuyama) inanıyorlardı.

Sosyal demokrat partiler direnemediler. Sosyalist Enternasyonal’in küresel servet eşitsizliğiyle ilgilenen, üçüncü dünyacı eğilimler taşıyan   başkanı (1979-1992) Willy Brandt’ın bir komployla tasfiye edilmesi; iktidara geldiğinde başlıca sanayi kuruluşlarını kamulaştırma programını uygulayamayan François Mitterand’ın başarısız başkanlık dönemi (1981-1995), yine üçüncü dünyacı eğilimler taşıyan, küresel silahsızlanmayı savunan popüler İslandinav sosyalisti Olof Palme’nin  esrarengiz bir cinayete kurban gitmesi programatik bir boşluk yarattı, ideolojik kargaşaya yol açtı.

Tony Blair’in “Üçüncü Yol”u, neoliberalizmin hâkimiyeti karşısında  sosyal demokrasinin yaşadığı kimlik krizinin üzerine geldi. Üçüncü yol, popülizm cilasıyla parlatılmış neoliberalizmden başka bir şey değildi.  Demokrat Bill Clinton’la aynı emperyalist politikalarda birleşen Tony Blair, II. Enternasyonal’in mirasını, yani marksizmin her türlüsünü reddederek sosyal demokrasiyi vahşi kapitalizme teslim etti. Bu arada   büyük işçi hareketleri geri çekilmiş, sendikalar zayıflamış, dünya burjuvazisi “sosyal refah devleti” baskısından kurtulmuştu.

Bu gelişmeler Türkiye’ye de yansıdı. İnönü’nün belirsiz “ortanın solu” çizgisi kapıyı açmıştı. Ecevit o kapıdan girerek bir tür İskandinav sosyal demokrasisini savundu, kısa başbakanlık dönemlerinde Devlet Planlama Teşkilatı’nı yönlendirmeye çalıştı. Fakat ekonomik mücadelenin sınırlarını aşıp siyasi mücadele alanına (“DGM’yi ezdik sıra MESS’te!”) taşan sendikal harekete hep mesafeli durdu.

Kanlı 1 Mayıs 1977’den yedi ay sonra  CHP’li Abdullah Baştürk DİSK’in başına geçti, devrimci kadrolar, sahici sendikacılarla birlikte evreler hâlinde tasfiye edildi. Baştürk 1987’de ikinci kez CHP’den milletvekili seçildi. Bu arada DİSK’in kurucusu ve ilk genel başkanı  Kemal Türkler öldürülmüştü (1980).

12 Eylül ufukta göründüğünde Ecevit sol-sosyalist kamuoyunun ve bazı devrimci hareketlerin “demokratik cephe” önerilerine de yüz vermedi.  Darbeden sonra Demirel’in aksine  partisine sahip çıkmadı; parti içi hiziplerden yılmıştı.  1985’te ayrı bir parti kurdu (DSP). İskandinav sosyalizmine yabancı halkın, özgün programından ötürü değil de Öcalan’ı Türkiye’ye getirdiği için Ecevit’i başbakan yapması (1999)  ironiktir.

24 Ocak Kararları’nın dört nala uygulandığı, sendikacıların idamla yargılandıkları, sendikaların küçüldüğü ve siyaset esnafı tarafından ele geçirildiği bir darbe döneminin ardından entelektüel faaliyet alanı cinsinden kadrosuz, sınıfsal temelden yoksun fakat adında “sosyal demokrasi,” “sosyal demokrat” ifadeleri olan partiler kuruldu.

Fakat CHP’yi  Üçüncü Yol’a sokan Deniz Baykal oldu. Dünyadaki değişimin farkındaydı. Belki de  geleneksel  Kemalist, kamucu çizgiyle partisini ayakta tutamayacağına inanmıştı. Üçüncü Yol’la birlikte eski parti kadrolarını evreler hâlinde tasfiye etmeye, yerlerine liberallerden, iletişim teknisyenlerinden oluşan yeni bir kadro getirip partisini dönüştürmeye karar verdiğini anlıyoruz. Bir tür ön-Kılıçdaroğlu gibi davrandı; neoliberalizme uyumlu yeni bir  Üçüncü Yol CHP’si kurmak istedi. Sorun çözme yöntemleri değişmişti. Baykal, “Mesut Yılmaz’la eşlerimizi alıp kot pantolonlarımızı giyerek pikniğe gidip sorunları çözeriz,” gibi şeyler söylüyordu.

 CHP’nin 1998’de yapılan 28. Kurulta’yında Baykal     sahneye konfeti yağmuru altında pembe bulutlar içinde, Ricky Martin’in  “La copa de la vida” şarkısı eşliğinde göklerden koşarak indi. CHP’nin siyasî geleneğine uymayan, tuhaf bir manzaraydı. Kurultay’ın sloganı “Dünyada Yeni Sol, Türkiye’de Yeni CHP” idi.

O sırada 28 Şubat’ın üzerinden bir yıl geçmiş, generallerin laikliği  ve Mustafa Kemal’in Devrimleri’ni savunan 18 Maddelik programı  siyasî partilerin AB’ye girme umutlarıyla aldığı aşırı doz demokrasinin ve dünyada esen neoliberalizm rüzgârlarının etkisiyle unutulmaya yüz tutmuştu.

Baykal teorik temelleri de ihmal etmemiş, İsmail Cem’le birlikte “Yeni Sol” (Cem Yayınları 1992) başlıklı bir kitap yazmıştı. Kitap Altı Ok’a alternatif arıyor, Devletçilik ve Milliyetçilik’i eleştiriyordu.

24 Aralık 1995’de TRT’de yaptığı seçim konuşmasında Baykal “Dünyada yükselen solu Türkiye’de temsil eden parti CHP’dir,” dedi. Eski sol içine kapanıktı, yeni sol dünyaya açılacaktı, eski sol vehim ve korku içindeyken yeni sol güven ve hoşgörü sahibiydi. Eski sol bir lokma bir hırkayı savunurken, yeni sol çağdaş tüketim (!) ve refahı savunuyordu. (akt. Ayşe Fulya Şen, Şule Yenigün Altın,  2019, s. 444).

Laiklikten elbette vazgeçmedi. Fakat “helalleşme” sürecini başlattı; 2008’de Sultangazi’de yapılan katılım toplantısında çarşaflı kadınlara altı oklu rozet taktı.  17 Nisan 2007 tarihli grup toplantısında konuşurken, “İnançlarımızla, mabetlerimizle, camilerimizle  iftihar ediyoruz. Peygamberimizle iftihar ediyoruz. Bütün dinî kimliğimizle iftihar ediyoruz,” (agy., s. 445) gibi şeyler söyleme gereği duydu.

Kılıçdaroğlu ekibinin gökten zembille inmediğini, sürecin çok önce başladığını anlıyoruz.

Baykal, bütün bunlara rağmen devlet adamı niteliğine sahipti ve sınırları vardı. Kurucu değerleri ve üniter devlet anlayışını suskunlukla geçiştirecek biri değildi.   Yeni Sol çizginin bugün açığa çıkan sonuçlarını önceden görüp tutumunu değiştirebilirdi.    En önemlisi 1 Mart (2003) tezkeresine kararlı bir tutumla karşı çıkmıştı. Emperyal merkezler onun gibi birinin ana muhalefetin başında olmasını istemediler, Kılıçdaroğlu’nu emperyal projeye daha uygun buldular.

Türkiye’de özgün programı, bilinçli taban örgütleri, militan kadroları, sendikal hareketle organik bağları olan sahici bir sosyal demokrat parti olsaydı, Kemalizm’le ya da Kuruluş İlkeleri’yle  çelişmezdi.  Atatürk Devrimleri, son tahlilde, çok partili bir siyasî yapının, aydınlanmış bir toplumun altyapısını hazırladı; laik, demokratik, sosyal hukuk devletine giden yolu açtı. Mevcut sistem partileri yıllardır yerine ne koyacaklarını bilmeden ve düşünmeden bu altyapıyı tahrip etmekle meşguller.

Kemalizm’e ters düşen, siyasî partilerin toplumsal sınıfları ya da çıkar gruplarını temsil eden yurttaş partileri olmaktan çıkarak, birbirinin tabanına şirin görünmeye çalışan mezhep, tarikat, etnisite ve hemşeri örgütlerine dönüşmüş olmasıdır. CHP’nin tarihsel olarak sosyal demokrasinin içinden geçip etrafında dolaştıktan sonra günümüzde Alevi ağırlıklı ilkesiz bir politik faydacı  parti olarak ortaya çıkması ancak bu dönüşümle açıklanabilir. Sosyal Demokrasi’yi bir ideoloji ve program olarak bu partinin ve benzerlerinin tarihinde nereye koyacağız?  Veryansın, 10. 08. 2022