EKİM DEVRİMİ’Nİ NASIL ÖĞRENDİK?

Yavuz Alogan

Başka ülkelerdeki sosyalistlerin aksine bizler Ekim Devrimi’ni sadece kitaplardan öğrendik. Çin, Endonezya, Hindistan gibi doğu ülkelerinde, Latin Amerika’da ve elbette Avrupa ülkelerinde, hatta ABD’de bizim yaşımızdaki insanlar (68’de ilk gençlik ya da gençlik döneminde olanlar) gerek Ekim Devrimi’ni, gerekse onu izleyen Komintern (III. Enternasyonal) faaliyetlerinin en azından kendi ülkeleriyle ilgili bölümünü bir önceki kuşağın deneyimlerinden öğrenmişlerdi. Bütün bu ülkelerde sınıf mücadelesi Türkiye’ye kıyasla daha erken bir tarihte, daha kitlesel ve çatışmalı biçimler alarak gerçekleşti.

II. Dünya Savaşı da aslında bir ideolojiler savaşıydı. Provası 1936-39 yıllarında İspanyol İç Savaşı sırasında yapılmış, Frankizm biçimini  alan faşizm, komünizmin Stalinist ve Troçkist versiyonları, anarşizm, anarko-sendikalizm, kralcılık ve sömürgeci militarizm arasında  kültürel etkileri bütün dünya dillerinde yayılan büyük bir mücadele yaşanmıştı. Savaş sırasında  Fransa, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan gibi Nazi işgaline uğrayan ülkelerde direniş hareketlerinin baskın rengi kızıl olmuştur. Bizim ülkemiz bu  çatışma, tartışma ve ideolojik etki alanlarının dışında kaldı. Tarihî pratikten gelen, düşünsel boyutu olan, aile fertlerinin canlı tanıklığına dayanan, olumlu ya da olumsuz anlamda okunan ve anlatılan bir sosyalist kültür sözlü ve yazılı olarak bize pek uğramadı.

Sosyalizmin tarihini ve teorisini anlatan kitaplar başka ülkelerde çok erken tarihlerde   geniş kitlelere ulaşmıştır. Mesela Stalin’in  1890’larda Tiflis’teki Papaz Okulu’nda öğrenciyken Engels’in 1845’te yazdığı  İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitabını okuduğunu biliyoruz. Bizde Marx’ın Kapital’inin Almanca’dan çevrilen tam baskısı bile ancak 2015 yılında yayımlandı.

Bizim Cumhuriyetimizin harcında  olmasa da sonraki dönemlerinde devlet eliyle çok güçlü bir komünizm kaygısı  yaratıldı. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle (1952) birlikte bu kaygının neredeyse cinnet boyutlarına ulaştığını söyleyebiliriz.  Güçlü bir işçi hareketinin/komünist faaliyetin yokluğuna rağmen Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulması (1948-53) bunun bir örneği ve belirtisidir.  Köy Enstitüleri’nin kapatılmasında, hükümetlerin resmi politikasını alenen övmeyen sanat eserlerinin yasaklanmasında, ülkede yaşanan her olayda  bütün entelektüellerin, şair ve yazarların “günah keçisi” gibi tutuklanmasında hep bu  komünizm kaygısını görürüz.

Ve kitaplar çıkıyor

Bu dönem 1960’da, 27 Mayıs İhtilali’yle sona erdi. 60’lı yılların ortasında  sol yayınlar TİP’in kurulmasıyla hız kazanarak raflarda ve kitapçı vitrinlerinde görülmeye başladı. Konumuz Ekim Devrimi olduğu için sosyalist teoriye ilişkin teorik  kitapları, genel olarak sol edebiyatı bir yana bırakıyorum. Bizim kuşak o dönemde belirli bir zaman aralığıyla çıkan bütün sol kitapları, özellikle Lenin’in kitaplarını alıp okumuştur.

Fakat benim Ekim Devrimi’yle tanışmam orta okul öğrencisiyken  gerçekleşti. O sırada İhtilaller ve Darbeler Tarihi adlı iki ciltlik bir derleme kitap bulmuştum. Galiba 1963’te Talat Aydemir’in darbe girişimlerine Ankara’da çok yakından tanık olduğum için konuya  merak sarmıştım.  Kitabın en ilginç bölümü “Rus İhtilali” başlığını taşıyordu.

Sonraki yıllarda Lenin’in Ne yapmalı, İki Taktik, Bir Adım İleri İki Adım Geri, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Komünizm, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Materyalizm ve Ampriyokritisizm, Sosyalizm ve Savaş, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm, Devlet ve Devrim, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi vs gibi bütün kitaplarını çıktıkça  alıp okumaya başladım.  Fakat hiçbir şey anlamadım.  Geçmişe baktığım zaman bu kitaplardan “Lenin böyle söylüyor” diye alıntılar yapıp karşısındakileri oportünizmle, revizyonizmle suçlayanların da pek bir  şey anladıklarını sanmıyorum. Herkes benzeştirme yoluyla  Lenin’in polemiksel kitaplarından kendi durumuna uygun bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu ve beceriyordu da. Oysa ben  bazı kitaplarında Lenin’in neden bahsettiğini bile anlamıyor, Bolşevik Partisi’yle TİP’i ya da Dev-Genç’i kafamda yan yana getirip de kıyaslama yapamıyor; kimin oportünist, revizyonist, maceracı ya da pasifist vs olduğunu Lenin’in yazdıklarından hareketle anlamakta zorluk çekiyordum (kafa karışıklığı o zaman başlamış!).

Makbul ve makbul olmayan kitaplar

Derken üç kitap bu durumu değiştirdi. Birincisi, Marcell Liebman’ın Rus İhtilali (çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, 1968); ikincisi, Arthur Rosenberg’in Bolşevizm Tarihi (çev. Aydın Emeç,  e yayınları 1967) ve üçüncüsü,  Edmun Wilson’ın Lenin Petrograd’da, Sosyalist Akımın Gelişmesi (çev. Can Yücel, Ağaoğlu Yayınevi 1967) adlı kitaplarıydı.  Başka kitaplar da olabilir ama bu üçünü çok net hatırlıyorum.

Edmun Wilson’ın kitabını yıllar sonra İthaki Yayınları için yayına hazırlarken (Lenin: Tarihi Yazanlar ve Yapanlar gibi farklı bir başlıkla yayımlandı) 1789 Fransız Devrimi’nden 1871 Paris Komünü’ne, oradan Ekim Devrimi’ne uzanan bu kapsamlı kitabı yakından inceleme, orijinal metinle karşılaştırma imkânı buldum. Kitap üzerinde çalışırken, Can Yücel’in çizgisel değil de kırık, biraz ironik, hatta aykırı ya da fazla insanî bazı paragrafları atladığını fark ettim ve bunları yeniden çevirdim. Üstat 1967’den önce kitabı çevirirken  yükselmekte olan devrimci kuşakları kendince zararlı ya da sakıncalı gördüğü bazı bilgilerden esirgemişti.

İlk çıkan sol kitaplarda ciddi bir çeviri sorunu vardır.  Kavramların Türkçe karşılığı tam olarak oturmadığı için çevirilerde tutarlılık yoktur. Kasıtlı ya da kasıtsız atlamalarla, hatta bilerek yapılan tahrifatla ilgili eleştiri ve suçlamalar bu dönemin yayın faaliyetine eşlik etmiştir.

Bir de makbul olmayan kitaplar vardı. Mesela Bertram D. Wolfe’nin 1969’da Siyasi İlimler Derneği tarafından yayımlanan  700 sayfalık Devrim Yapan Üç Adam adlı kitabı (çev. Yunus Murat) böyleydi. Kitabı büyük bir hevesle okumuştum. Fakat ağbilerden biri Wolfe’nin CIA ajanı olduğunu söyleyince kitabı rafa kaldırıp unuttum. Gerçekten de Wolfe 1950’li yıllarda antikomünist olmuştu. Fakat kitabı yazdığı sırada Amerikan Sosyalist Partisi’nin üyesiydi, 1924’de Komintern’in V. Dünya Kongresi’ne delege olarak katılmıştı. Özellikle Ekim Devrimi konusunda çok ayrıntılı ve aydınlatıcı, canlı insan portrelerine de yer veren edebî bir kitaptır.

Aslında makbul olmayan kitaplar makbul olanlardan daha fazlaydı. Yukarıda değindiğim Liebman, Rosenberg ve Wilson’ın kitapları da çok az okunmuştur. Gene Isaac Deutscher’in 1969’da  Rasih Güran’ın çevirisiyle Ağaoğlu Yayınları tarafından basılan Troçki ve Stalin biyografileri de sosyalist sol tarafından makbul bulunmamış ve  devrimci hareketlerin yükseldiği dönemde çok az okunmuştur. Zaman içinde Devlet’in “gençler zehirlenmesin” diye sürdürdüğü sansüre paralel olarak gelişen, “arkadaşların kafası karışmasın” şeklinde bir iç sansür sosyalist solun çeşitli fraksiyonlarına musallat oldu ve gerek çevirmenleri gerekse yayınevlerini yönlendirdi. Sonraki dönemde her grubun kendi kitaplığı oluşacaktı.

Geçerken belirteyim, büyük bir talihsizlik olarak en fazla okunan (günümüzde bile) makbul kitaplardan biri Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri  olmuştur.  Fransız Komünist Partisi (FKP) üyesi Politzer’in 1930’lu yılların başında  çoğu okur yazar olmayan Fransız  işçileri Kilise’nin etkisinden kurtarmak için hazırladığı ders notlarından oluşan bu el kitabını bizler  (üniversite öğrencileri, aydınlar vs)  1970’li yıllarda “Marksist felsefe”nin temel kaynağı olarak okuduk.  Fransız Direniş Hareketi’nin militanlarından olan Politzer’in  işgalci Naziler tarafından kurşuna dizilmesinden sonra FKP tarafından basılan kitap, derleyenlerin Önsöz’de belirttikleri gibi  Stalin’in Diyalektik ve Tarihi Materyalizm adlı  kısa broşürünün genişletilmiş bir versiyonudur. Bu kitaplar, Ortodoks ya da Katolik kilisesinin sözel etkisi altındaki okur yazar olmayan işçiler için hazırlanmış küçük, şematik ve yararlı Marksist felsefe paketleriydi.

Marksizm’i Özümseten Kitap

1970’e gelindiğinde   Ekim Devrimi hakkında çok makbul bir kitap ortaya çıktı: Sovyetler Birliği Komünist Partisi  Tarihi (çevirmeni belli değil, Proleter Devrimci Aydınlık Yayınları,  1970).  Kitabın ilk sayfasındaki “Kısa Ders” ifadesiyle kitabın amacı belirtildikten sonra, “SBKP(B) Merkez Komitesinin bir komisyonu tarafından hazırlanmıştır” ve “SBKP (B) Merkez Komitesi tarafından onaylanmıştır”  sözleriyle kitabın makbul olduğu, resmen onaylandığı özellikle belirtilmiştir.

Bu kitabı anlayarak okuyan herkesin marksizmi özümsemiş (aynen!) olacağı söyleniyordu. Marksizm’i özümsemek için hemen kitabı alıp okudum.  O sırada 19 yaşındaydım. Ankara’nın Yüksel Caddesi’ndeki Türk Hukuk Kurumu’nun küçük konferans salonunda kitabı öğretmek için yapılan toplantılara da katıldım.  Her toplantıda kitabın bir bölümü  bir kişi tarafından anlatılıyor ve  bölüm üzerine tartışma açılıyordu.

Fakat kitapta anlatılanlar benim okuyup öğrendiklerime hiç uymuyordu. Bolşevizm tarihi  dümdüz anlatılıyor, Lenin bir güneş gibi doğduktan sonra her türlü ekonomist, revizyonist ve oportünizmle savaşarak  yükseliyor ve bir noktada ona katılan Stalin’le birlikte devrimi gerçekleştiriyor ve onun ölümünden sonra tek başına kalan  Stalin, devrimi yok etmek isteyen eski Bolşeviklere karşı büyük bir mücadeleye giriyor ve kitap “Yoldaş Stalin”den yapılan uzun alıntılarla sona eriyordu.

Kitap, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren kadrodan “hainler ve alçaklar,” “revizyonistler,” “şeytanlar,” “beyaz cüceler” gibi sıfatlarla söz ediyordu. Aşağı yukarı Lenin ve Stalin dışında herkes;  Kamenev, Zinovyev, Radek, Troçki, Tomskiy, Buharin gibi devrimin bütün kahramanları haindi. Bu kişiler her zaman marksizmi revize etmişler, devrimci kılığına bürünerek sabotaj suçu işlemişler, nihayet Vişinskiy Duruşmaları’nda  casus olduklarını itiraf ederek kurşuna dizilmişlerdi (1940’ta sürgünde suikasta uğrayan Troçki hariç).  Bolşevik Partisi’nde sürekli kılık değiştiren bir oportünizm, revizyonizm ve casusluk sorunu vardı. Aslında kitap “netleştirme”yi amaçlıyordu fakat benim kafam feci şekilde karışmıştı.

Yıllar sonra bu kitabın 1936-39 Tasfiyeleri’nden sonra  parti tarihini bütün kahramanlarından arındırarak sadece Lenin ve Stalin’in dehasına indirgemek ve böylece yeni bir sayfa açmak için SBKP Politbürosu’nun görevlendirdiği özel bir komisyona yazdırıldığını öğrenecektim. Türkiye’de o dönemin bütün sosyalist gruplarının birbirlerini “revizyonist” ve “oportünist” olarak suçlamasında ve kendi içlerinde sürekli bir “sapma” aramalarında ve mutlaka bulmalarında bu tip kitapların katkısı olduğunu söylemek abartma olmaz.

Yeni Kitaplar

O sırada, 70’lerin başında Ekim Devrimi’nin nasıl gerçekleştiğini ve daha sonra neler olduğunu hâlâ anlamaya çalışıyordum. Nihayet, bir arkadaşımın Amerika’da fizik tahsili gören ağabeyinin kitaplığından bu kez dört kitap edindim: “Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal,”   “1905,” “Rus Devrim Tarihi” ve iki ciltlik “Komünist Enternasyonal’in İlk Beş Yılı”. İngilizce kitaplardı.  Yazarı Lev Troçki’ydi.  Zorlanarak bu kitapları okumaya başladım. Gene o sıralarda Fernando Claudin’in ünlü “Komintern Tarihi”’ni buldum. 1980’lerin başında bu kitabı Türkçeye çevirecektim (F. Claudin, Komintern’den Kominform’a, Belge Yayınları, 1990). Bu önemli kitabın sadece bir baskı yapmasına ve kimsenin onu alıntı yapmaya değer bulmamasına hep şaşmışımdır. Oysa  çok geniş bir döneme ilişkin çok ayrıntılı bir  III. Enternasyonal tarihidir.

 Bütün sosyalist hareketler seçtikleri ya da önlerine konulan kitaplardan ötürü  Troçki’yi hain olarak bellemişlerdi. Kendi tarihi boyunca asla yanılmayan monolitik parti anlayışını bozabilecek her türlü kaynağa tepki ve kuşkuyla yaklaşma alışkanlığı vardı. Eldeki kaynaklar Bolşevik Partisi’ni deha sahibi iki önderin peşinden doğruca devrime giden bir müfreze gibi gösteriyordu. Oysa Bolşevik Partisi, Deutscher’in Tarihin İronileri’nde dediği gibi,  o dönemin en  yüksek  siyasi ve felsefi tartışmalarının yapıldığı, 1920’ye kadar her türlü görüşe açık ama aynı zamanda disiplinli ve militan partisiydi.  Bolşevik Partisi’nin devrime önderlik edebilmesinin sırrı partinin teorik üretim gücünde, her türlü tartışmanın  sağladığı zengin bir düşünsel ortamda kadro disiplinini koruma becerisinde saklıydı.  

 Ekim Devrimi’yle ilgili  tarih sorunlarının Stalin-Troçki kavgasında düğümlendiğini anlamıştım. Yıllar sonra Ekim Devrimi gibi  insanlık tarihini değiştiren bir olayda haklı ve haksız aramanın boş bir çaba olduğu sonucuna varacaktım. Rusya gibi geri bir ülkede Lenin’in mirasını Stalin yüklenmiş ve gerek sosyalist ekonomiye geçiş sorunlarının çözümünde, gerekse işgalci Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğratılmasında büyük bir rol oynamıştı. Fakat devrimin tarihini yazan, nesnel  Marksist analizini yapan kişi Troçki’den başkası değildi. Birinin teorisyenliği diğerinin militanlığını değerden düşürmüyordu; tersi de geçerliydi. Troçki’nin zamanı boldu; bu yüzden bize muazzam bir teorik birikim ve tarih külliyatı  bıraktı. Diğeri ise devrimin lokomotifinden inmedi. Devrim sürecinde Lenin’in kendisine verdiği politik ve askerî rolün ardından köşesine çekilip tarih yazan ile Lenin’in mirasını sırtlayıp hatası ve sevabıyla tarih yapan, fakat bugünden bakıldığında aynı düzlemde yer alan iki devrimciden söz ediyoruz.

   70’li yılların başında Troçki’nin türkçe basılmış tek bir kitabı yoktu. Suda Yayınları’nın kurucusu, o dönemde “Troçkist” olarak tanınan Orhan Suda’nın  Türkçeye çevirdiği ilk Troçki kitabı, Sosyalizmin Güncel Meseleleri 1976’da yayımlandı. Fakat  kitap çok farklı şeylerden söz ediyordu.  Daha çok parti kadrolarına terbiye aşılamaya çalışan, mesela “merdiven altlarına tükürmeyiniz, küfürlü konuşmayınız” gibi nasihatlerle dolu; radyo kullanımı, teknolojinin önemi,  dinin etkisi,  sarhoş olup sapıtmadan votka içmek, teorik eğitim çalışmaları, işçi gazetesi muhabirlerinin uymaları gereken gazetecilik kuralları gibi konuları ele alan enteresan bir kitaptı.

Bu kitabın ardından, yine 1976 yılında nihayet  Troçki’nin  Ekim Devrimi ve sonrasına  ilişkin iki temel kitabı ilk kez KÖZ Yayınları tarafından basıldı:  Sürekli Devrim (çev. A. Muhittin, 1976) ve  Ernest Mandel’in önsözüyle İhanete Uğrayan Devrim (çev. A. Ortaç, 1980).

Günümüzde,   Edward Hallett Carr’ın Bolşevik Devrimi (III cilt, çev. Orhan Suda, Tuncay Birkan, Metis 1989-1998) başta olmak üzere Ekim Devrimi’ne ilişkin pek çok kitap çıktı. Bazı kitaplar ise, mesela Charles Betthelheim’ın Çin’de Kültür Devrimi ve devrimden sonra sınıf mücadelesinin devam edeceği tezi bağlamında Ekim Devrimi’ne ve sonrasına ilişkin kapsamlı  değerlendirmesi, “SSCB’de sınıf Mücadeleleri, 1917-1923, Marx’tan Mao’ya” adlı kitabı  yayınlanmadı. Bu ve benzeri gecikmiş kitapların bundan sonra yayımlanması zor görünüyor. Kitaplar çeşitlendikçe  soldaki okuma hevesinin başlangıçtaki hızını kaybettiğini söyleyebiliriz.

Bilgi belirleyici midir?

1970’lerin sonunda bütün sosyalist grupların Ekim Devrimi ve sonrası hakkında kesinleşmiş ve değiştirilmesi neredeyse imkânsız kanaatleri, “resmî görüşleri” vardı. Burada, konu bağlamında 68 gençliği ile 78 gençliği arasında kısa bir kıyaslama yapmak gerekir.  Birincisinde bir okuma ve öğrenme açlığı, bir tür bilgiçlik, müthiş bir özgüven, kültürel olan her şeye tam bir açıklık vardı. El yordamıyla ama tam bir içtenlikle öğreniyordu ve öncü kadroların değilse de geniş kitlenin aşağı yukarı 1972’ye kadar kültürel faaliyetlere ve okumaya yetecek kadar bol vakti vardı. İkincisi böyle bir şansa sahip olamadı. 78’liler çok daha militan, kanlı çatışmalı bir ortamda  bağlı oldukları grupların merkezleri tarafından verilenle yetinmek zorunda kaldılar. Gene o dönemde  Sovyet, Çin, Arnavutluk ve Latin  Amerika’dan gelen “resmi görüşler”in büyük bir ağırlığı vardı. Solun önemli bir bölümü kendi kadrolarını devrimi tamamladıkları varsayılan ülkelerin dış politikalarından süzülüp gelen fikirlerle donatıyorlardı.

Devrimci mücadelede bilginin, mesela bütün devrimlerin tarihini en ince ayrıntılarına kadar öğrenmiş olmanın belirleyici bir önem taşıyıp taşımadığı da sorulabilir. Buna verilecek yanıt olumsuzdur. Mesela Sierra Maestra’ya çıkan Granma grubu içinde kısıtlı bilgilerle kendisini sosyalist olarak tanımlayan sadece iki kişi vardı (Che Guevara ve Raul Castro). Sosyalizmle ilgili her şeyi devrimin sonraki evrelerinde öğrendiler. Tutarlı  ve basiretli bir önderliğin, cesur, kararlı, disiplinli, düşünen, ne yaptığını iyice anlamış bir kadronun uygun tarihsel koşullarla birleşmesi  başarılı bir devrimci mücadele için yeterlidir. Başka deyişle,  devrimci mücadelede bilgi başarının güvencesi değildir.  Her şeyi iyice öğrendikten ve öğrettikten sonra harekete geçme düşüncesi küçük burjuva entelektüellerine özgü bir kusurdur.

Fakat teorik çalışma söz konusu olduğunda ortaya çıkan sonuç şudur: hiçbir teori, onu belirleyen tarihsel koşullardan bağımsız olarak anlaşılamaz. Bu  nedenle teorik çalışmalarda tarihsel kronolojiyi, olayların zaman içindeki dizilimini bilmek  şarttır. Bunu da   tarihsel olaylara farklı yönlerden yaklaşan tarih kitaplarından öğrenebiliriz. Çarlık Rusyası’nın tarihini, Bolşevik Partisi’nin bu tarihsel süreç içinde oluşumunu,  1905 devriminin koşullarını,   devrimcilerin süreç içindeki rollerini ve fikirlerini bilmeden Ekim Devrimi’ni anlayamayız. Günümüzde “Resmî tarihler” döneminin kapanmış olması geçmişe kıyasla daha serbest bir okuma imkânı sağlamaktadır. Bilim ve Ütopya, 18. 10. 2017