Yavuz Alogan
Burjuvazinin yaşadığı korkuların tarihi yazılsaydı, en yaman korku romanlarına taş çıkaran, derin psikolojik yönleri olan çok kasvetli bir tarih çıkardı ortaya. Düşünün, çeşitli dümenler çevirerek, nice sıkıntılardan geçerek ve ayrıntılı hesaplar yaparak fabrikalar kuruyorsunuz. Her şey yolunda gidiyor; yazlıklarınız kışlıklarınız, kıymetli arsalarınız, yurtdışında okuyan çocuklarınız, mücevherlere boğulmuş karınız, çeşitli sevgilileriniz, kökü tarihin derinliklerine uzanıyormuş gibi yapan bir aileniz, şirketlerinizin başarılarını övüp duran gazeteleriniz var. Mütemadiyen yönetişiyor, iletişiyor, bilişip bildirişiyor, verip veriştiriyor ve devamlı bir sinerji yaratarak para kazanıyorsunuz. Derken bir gün firmanızın sadık personeli olarak gördüğünüz işçiler ansızın fabrikalarınızı işgal edip kapıları lehimliyorlar ve “Artık bu fabrikayı biz yöneteceğiz, çıkan ürünü de biz dağıtıp satacağız,” diyorlar. Korkmaz mısınız?
Burjuvaziyi şimdilik bir yana bırakalım. Farzedelim ki, üniversite rektörlüğüne adaysınız. Başbakan’ın özel doktoru olduğunuz için seçileceğinizden eminsiniz. Güzelce abdestinizi alıp Cuma’yı edâ ettikten sonra şatafatlı odanıza giriyorsunuz ve koltuğunuza yerleşiyorsunuz. Fakat o da ne? Dışarıda bir bağırış çığırış, slogan, kıyamet, öğrenciler okulu işgal ediyorlar ve ellerine ne geçerse ana kapının arkasına yığıyorlar. Kendinizi kapana kısılmış gibi hissetmez misiniz? Bunlar eylemciler için özgürleştirici, eyleme muhatap olanlar için korku dolu anlardır. Gün Zileli, 1968 işgalleri sırasında DTCF’nin Profesörler Kurulu’nun görkemli toplantı masasının üzerinde nasıl uyuduğunu kitaplarında anlatır. Ya da bir fabrika patronunun odasında, işten atılmış mühendisler ve muhasebecilerle birlikte üretimi planlayan bir işçi olduğunuzu düşünün. Bedeli ne olursa olsun, daha büyük bir keyif olabilir mi insan hayatında? Böyle bir anın keyfi için bütün bir ömür verilmez mi? Nasıl olsa işten atılmışsınız, birkaç yıl iş bulamayacaksınız, çoluk çocuğunuz her daim perişan olacak? Ya da işe yarar hiçbir şey öğrenmediğiniz okulunuzu bitirince işsiz kalacağınızı ya da hiç istemediğiniz işlerde çalışacağınız biliyorsunuz. Belki bu defa başarırsınız. Denemeye değmez mi?
İmkânsız da değil, böyle şeyler oluyor dünyada. Uzak geçmişte değil, daha 1990’lı yıllarda Arjantin’in Neuguen eyaletinin tamamında işçiler fabrikaları ele geçirdiler ve üretim hiçbir şey olmamış gibi devam eti. Eyalet halkı patronların yokluğunu bile hissetmedi. Gene Arjantin’de 2001 ekonomik krizi sırasında 200 fabrika işçiler tarafından kooperatife çevrildi. Daha geçenlerde Chicago’daki Kapı Pencere Fabrikası tazminatlarını alamayan işçiler tarafından işgal edildi. Dünyanın her yerinde patron tarafından kapının önüne konulan işçiler ufak ufak fabrikaları işgal etmeye başladılar; en azından tazminatlarını alabilmek için, patronun makineleri kaçırıp daha uygun bir zamanda ve mekânda daha ucuz işgücüyle yeniden faaliyete geçmesini önlemek için.
Yunanistan’daki isyancı öğrencilerin, ülkelerindeki Amerikanizm’e ve serbest piyasa ekonomisine saldırırken, tv. binalarını ve üniversiteleri işgal ederken mutlu olduklarını, dayanışmanın tadını çıkardıklarını ve özgüvenle dolup taştıklarını, dünyanın bütün gençlerinin de bedeli ve sonuçları ne olursa olsun aynı yönde mücadele edebileceklerini ve bu hareketin krizin ileri evrelerinde bütün dünyaya yayılacağını, yeni ve çok daha ileri bir 68’i başlatacağını düşünmek size huzur vermiyor mu?
Bu türden hareketler on yıllardır iletişim kanallarını tıkayan bütün kültürel pislikleri temizleyebilir, baskıcı sistemleri felç edebilir ve insanlığı barbarlığın kıyısından çekip kurtarabilir; burjuvazinin korkularını artırabilir.
“Sosyal Patlama”
Türkiye’de de kıpırdanmalar var. Eskişehir’de Toprak Döküm Karo ve Seramik fabrikasının iki aydır maaş alamayan işçileri fabrika önünde yatıyorlar. Ümraniye’de Simter işçileri, Kocaeli’ndeki Brisa işçileri, Ümraniye Yukarı Dudullu bölgesindeki Semter Metal işçileri fabrikaları işgal ettiler.
Bu işçilerin isimleri, cisimleri, hangi mekânlara gittikleri, ne yedikleri ve içtikleri bilinmiyor. Sözleri topluma duyurulmuyor. Örnek olup yayılmasın diye katı bir sansür uygulanıyor. Söz gelimi Eskişehir denince akla, fabrika kapısında yatan işçi değil, Büyükerşen geliyor; basın Love Bar’ın katledilen eşcinsel sahibini manşetten görürken, Brisa işçilerini görmüyor; millet nefesini tutmuş “Gökçek-Kılıçdaroğlu düellosu”nu, ya da Ermenilerden özür diliyorum/dilemiyorum kampanyalarını izlerken, Sönmez Flament işçilerinin akıbetiyle kimse ilgilenmiyor; Latin Amerika’da mücadele eden kahraman işçi önderlerinin adını bilip onlara selam gönderiyoruz ama Dudullu’da fabrikayı işgal eden 400 işçinin önderlerinin isimlerini bilmiyoruz.
Bu bir başlangıç aslında. Ekonomiden anlayanlar, dünyadaki genel trendin aksine, Türkiye’de üretim sektöründe yaşanmakta olan krizin mali sektörü de krize sürükleyebileceğini, 2009 yılının 3. çeyreğinde sanayi üretiminin dibe vuracağını ve “sosyal patlamalar”ın yaşanacağını söylüyorlar. Aslında sosyal patlama içe doğru yaşanıyor: ailesini kurşuna dizen babalar, babasını baltayla doğrayan çocuklar, intihar eden borçlular; “Yasinlerle çıktık yola Ogün’ler çok yakında,” diye pankart açan Trabzon Spor taraftarları; bunaldıkça katledecek Öteki arayan serseri yığınlar.
Peki burjuvazi “sosyal patlama”dan korkuyor mu? Hayır. En son 1990 yılında Zonguldak maden işçilerinden korkmuştu. Aslında bu olayda da korkulacak fazla bir şey yoktu. 1963 yılında, zamanın Çalışma Bakanı, “Kissinger’ın öğrencisi” ve “işçi babası” Bülent Ecevit tarafından Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’nun raconuna uygun biçimde sapsarı bir renkle kurulan sendikalar, hükümet-işveren ikilisinin yakın işbirliği sayesinde işçi sınıfı hareketini bir kafesin içinde gayet güzel tutabilmişlerdir. İşçi mücadelesinin hafiften kızıla çaldığı her durumda, mesela 15-16 Haziran olaylarında, 60’lı ve 70’li yılların bazı grevlerinde ve fabrika işgallerinde bu üçlü kafa kafaya verip işçileri önce aldatmış, sonra dağıtmıştır.
1990 yılındadurum, burjuvazinin yüreğine korkular salacak kadar ciddi görünüyordu. İşçiler “Çankaya Özal’a mezar olacak,” “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” diye bağırıyorlar ve Mengen’de barikatları zorluyorlardı. Asker ve polis işçileri ikna edemeyince hareketin işçi önderleri (201 kişi) sabaha karşı uykudayken gözaltına alındı. Hükümet dişlerini gösterdi; sendikacılar işçileri teskin etti. Hürriyet gazetesi, bir işçi önderi kimliğiyle öne çıkan Şemsi Denizer’in Jaguar marka otomobilinin resimlerini bastı (âdet olduğu üzere!) ve zaten bir süre sonra da, sınırları biraz zorlayan bu işçi önderi, bir sarhoş tarafından tabancayla vurulup öldürüldü. (Bütün bunları yazacak, Nobel alma niyeti olmayan, Orhan Kemal gibi bir romancı ya da akademik kariyer kaygısı taşımayan bağımsız bir sosyal bilimci yok mudur bu memlekette?)
Neyse, burjuvazi işte en son o zaman işçilerden korkmuştu. Daha sonra, 90’lı yıllarda Türk-İş’in IMF’ye karşı yaptığı büyük mitingler de (mesela Ankara miting ve yürüyüşü) biraz endişe yaratmış olabilir. Lakin, DİSK ve KESK’in 29 Kasım’da (2008) Ankara’da yaptığı miting devlette ve burjuvazide korku ya da endişe değil tam bir ferahlama yaratmış olmalı. Bu gösteri, büyük kriz öncesi tam bir “istim boşaltma” ya da “dostlar alışverişte görsün” mitingiydi. Bir kere Türk-İş yoktu (sahi Türk-İş ne oldu? Ne oldu Türk-İş’in “Kahrolsun IMF!” sloganı); KESK’in ve devrimci grupların geniş katılımına rağmen DİSK’in katılımı sembolik düzeyde bile değildi. Aslında bu mitingte, “Sendikacılar burada, işçiler nerede?” sloganını atmak isabetli olurdu. Bu havalarda işçileri toplamanın kolay, zaptedip dağıtmanın zor olduğunu en iyi bilenler sendikacılardır. Lakin korkunun ecele faydası yoktur. Krizin şiddeti artıp süresi uzadıkça işçiler fabrikaları işgal etmeye devam edecekler ve sendikaları sorgulamaya başlayacaklar. CHP’den milletvekili olmaya, AB fonlarından yararlanmaya çalışan, sendikacılığı kullanarak parti kurmaya soyunan, kravatlı takım elbiseli devlet adamı bozuntusu zengin sendikacılar! Bu krizden en fazla onlar zararlı çıkacak.
Servet Transferi
Peki burjuvazi neden korkuyor? Dahası burjuvazi ne istiyor? İlkokula giden terbiyeli bir kız çocuğu gibi konuşan TÜSİAD başkanı hükümetten “tedbir” almasını, “paket” hazırlamasını istiyor, ama dilinin altındaki baklayı bir türlü çıkaramıyor. Çünkü çıkarılacak gibi bir bakla değil bu. TÜSİAD burjuvazisinin, uluslararası mali ilişki ve işlemlerde, yabancılarla kurduğu ortaklıklarda büyük kayıplara uğradığı, borçlarının katlanılamaz hale geldiği anlaşılıyor. Hükümetin gerçekten de yapabileceği bir şey yok. Ümüğünü seçim sonrasına kadar IMF’nin pençesinden kurtarmaya çalışıyor. Fakat kriz önüne eşsiz bir fırsat da çıkarmış bulunuyor. Devlet desteğiyle palazlanan İslamcı sermaye, Anadolu KOBİ’leri, MÜSİAD burjuvazisi ve hükümete yakın patronlar kesimi, kriz koşullarında TÜSİAD’dan bir servet transferi gerçekleştirebilir ve hükümet de bu transferin trafiğini düzenleyebilir. AKP’nin hegemonya mücadelesinde karşısına çıkan bu altın fırsatı fark etmemiş olması mümkün mü?
TÜSİAD’ın hiçbir şey söylemeden kıvranmasının altında bu türden korkular yatıyor. Vehbi Koç da yok ki, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde olduğu gibi Genel Kurmay Başkanı’na mektup yazıp derdini anlatsın. Zavallı TÜSİAD başkanı o mahcup genç kız edasıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama, ne istediğini ben anlayamıyorum şahsen. “Onlara verme, bize ver”ya da “Borçlarımıza kefil ol, sen olmazsan IMF’yi kefil et” mi demek istiyor; yoksa “bizi batırırsan biz de seni deviririz,” diye tehdit mi ediyor, belli değil.
Demek ki, neymiş?
Burjuvazi işçilerden değil birbirinden, küresel krizin kendi serveti için yaratabileceği yıkıcı sonuçlardan korkuyor. Hükümet yerel seçimlerden sonra IMF marifetiyle halkın ümüğünü sıkmaya hazırlanıyor. Orta sınıf eridiği, tarımsal sistem çözüldüğü için kentlerde toplanan işsizler ordusu açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Tarikatlar kadro toplamaya ve her türlü mafya grubu büyük kentlerin rantını yemeye devam ediyor. Ülkenin güneydoğusundaki iç savaş etnik milliyetçiliği körüklüyor. Memleketin idari, adli ve emniyet kuvvetleri arasında ciddi bölünmeler yaşanıyor. Eğitim sistemi bütün kurumlarıyla birlikte çökmüş ve birliğini tamamen kaybetmiş; yargı kurumları basın aracılığıyla ağız dalaşına girmiş; seçmen kütüklerinin hileli olduğuna dair söylentiler ayyuka çıkmış bulunuyor.
Marx, 1850’li yılların ortasında Fransız toplumunun yaşadığı büyük karışıklıklar ve krizler sırasında burjuvazinin, “Sonsuz bir korku çekmektense, korkulu bir sona razıyız,” diye haykırdığını yazar ve şöyle der: “Bonaparte, bu haykırışı anladı.” Fakat, her türlü krizle çalkalanan yurdumuzda Bonaparte’ı ara ki bulasın! “Ben Bonaparte’ım,” diye ortaya çıkmaya yeltenenler CIA’dan öyle bir şamar yiyorlar ki felekleri şaşıyor. Vehbi Koç da yok ki, Genel Kurmay Başkanı’na bir mektup döşensin, laik devlet adına bizi MÜSİAD benzeri oluşumlardan koruyun, biz batmak üzereyiz, borçlarımıza kefil olup bizi kurtarın, desin.
Bu sefer durumlar farklı. Özgürlük gelecekse işçi ve öğrenci eylemleriyle gelecek. 27.12.2008