Yavuz Alogan
Saat 18.00’de başlayan toplantı, 23.15’te bitecek.
Stalin, Dışişleri Halk Komiseri Vyaçeslav Molotov ve Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu 1 Ekim 1939 günü Kremlin’de Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’yla karşılıklı yardım paktı tasarısını tartışıyorlar.
Molotov paktın kime karşı yapıldığını Saraçoğlu’na söyletmeye çalışıyor. Saraçoğlu “SSCB’ye karşı değil,” mealinde konuşuyor, imzalanan paktların SSCB’ye karşı kullanılmayacağına dair “ihtirazî kayıt” (çekince) düşüldüğünü belirtiyor (s. 591-592).
Stalin, lafa çok yukarıdan başlıyor: “Türkler bana sormadılar, ama sormuş olsalardı, İngiltere-Türkiye ve Fransa-Türkiye paktlarını kabul etmelerini öğütlemezdim” (s. 595).
Türkiye’yi bir bakıma haklı buluyor. Türklerin, İngiltere ve Fransa ile İtalya arasındaki çelişkileri kullanarak Akdeniz’de “gerekli olanları almak” ve On İki Adalar’daki menfaatlerini savunmak istediğini söylüyor. Türkiye’nin “niyetini tamamen anlıyorum,” diyor Stalin (agy).
Fakat bu paktlar yüzünden Türkiye’nin “kendisini içinde bulacağı bir durum”un ortaya çıkacağını söylüyor: “Bulgaristan mı kıpırdadı, Macarlar Romanyalılara mı saldırdı, İtalya Yunanistan’a mı saldırdı, Türkler savaşa girmek zorunda kalır” (agy).
Stalin, “Almanya’yla biz Polonya’yı böldük,” diyor; “İngiltere ve Fransa bize savaş ilan etmediler, ama bu da olabilir.” Bu durumda Türkiye’nin de SSCB’ye karşı savaşa gireceğini, dolayısıyla “ihtirazî kayıt”ın anlamsız olduğunu ima ediyor.
Stalin, açıkça, “Türkiye bizimle ayrı bir pakt imzalamayı düşünüyor mu?” diye soruyor. “Evet, kanaatim budur,” diye cevap veriyor, Saraçoğlu. “Peki,” diyor Stalin, “Türkiye-İngiltere ve Türkiye-Fransa paktlarında bir değişiklik yapmak güç mü?” (s. 597).
Saraçoğlu’nu sıkıştırıyorlar.
1920’lerde Mustafa Kemal ve Lenin’in çabasıyla temelleri atılan Türk-Sovyet dostluğu savaş öncesi dönemin ağırlığını taşıyamıyor.
1939 kitabının yazarı Hazal Yalın buna “cumhuriyet tarihinin biricik eksen kayması” diyor. Türkiye’nin, İngiltere-Fransa’nın savaşı kazanacağına kesinlikle inandığını, “Tanzimatçı ve Rus karşıtı antikomünist” bilinçli bir siyasî tercihte bulunduğunu öne sürüyor (s.441).
Bunun bilinçli, düşünülmüş, hesaplanmış bir “eksen kayması” değil, Avrupa’nın hızla değişen politik ortamında savunma amaçlı bir refleks, Devlet’in sıkı denetimi altında tutulan antikomünizmin ise yenilenen dış politikanın yan ürünü olduğunu anlıyoruz. Nitekim Stalin, toplantıda, “Olayların kendi mantığı vardır,” diyor; “biz bir şey söyleriz fakat olaylar başka bir yoldan gider” (s. 595).
Nitekim öyle oluyor. Kremlin’deki toplantıdan bir ay sonra (30 Kasım) Kızıl Ordu, büyük kayıplar vererek çok pahalı bir zafer kazanacağı Finlandiya taarruzunu başlatacak ve Milletler Cemiyeti’nden ihraç edilecek (14 Aralık). İki yıl sonra Almanya, Ribbentrop-Molotov Antlaşmasını bozarak Rusya’yı işgale başlayacak (22 Haziran 1941). Olaylar başka bir yoldan gidiyor, bütün hesaplar bozuluyor.
O sırada diplomasi bu gelişmeleri öngörecek verilerden yoksun, karanlıkta yol bulmaya çalışıyorlar.
O karanlıkta Türkiye ne yapacak? İspanya’da iç savaş (1936-39) Cumhuriyetçi Cephe’nin yenilgisiyle sonuçlanmış, Franko ülkeye hâkim olmuş. İtalya’da “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) diye bağırıp duran Mussolini, Akdeniz üzerinden Türkiye’yi tehdit ediyor. Saraçoğlu, “Yunanistan’ın işgali, Türkiye’nin işgaliyle eşit derecede,” diyor (s. 598). Akdeniz’den İtalyan, Balkanlar’dan Alman taarruzu bekliyorlar. Sovyetler Birliği Almanya’yla saldırmazlık paktı imzalamış. İngiltere-Fransa müttefik olarak Almanya-SSCB’den daha güvenilir görünüyor.
Saraçoğlu soruyor: “Almanya ve İtalya Türkiye’nin kapılarına dayanırsa, Sovyetler Birliği Türkiye ile ilgili nasıl bir tutum takınacak?” (s. 594). Olumlu bir tutum takınmayacağı anlaşılıyor. Faşist Almanya’yla Polonya’yı paylaşmış, Baltık ülkelerine saldırmaya hazırlanıyor. Bütün dünyada şok etkisi yaratan, Komintern’i açığa düşüren bir hamleyle Faşizm ile Komünizm ortak bir jeostratejide birleşmiş. Alman-İtalyan saldırısı karşısında Stalin, Türkiye’yi niye savunsun ya da çoktan imzalanmış Alman-Sovyet saldırmazlık paktına Türkiye’ye askerî güvence veren bir “ihtirazî kayıt” niye koysun? Türkiye’nin İngiltere-Fransa’yla yaptığı anlaşmaya “ihtirazî kayıt” koymasının etkisiz olduğunu Molotov-Stalin ikilisi neredeyse açıkça söylüyor. Türkiye SSCB’den uzak durmaya karar veriyor.
Ruslar savaş durumunda Türkiye’nin Boğazlar’ı İngiliz-Fransız savaş gemilerine açmasından kaygılı. 16 Ekim günü Molotov-Saraçoğlu görüşmesinde Molotov, “İlk sırada bizi Boğazlar meselesi ilgilendiriyor,” dedikten sonra, Türkiye’nin bu sorunu görüşmekten kaçındığını ima ediyor. Saraçoğlu, doğruluyor: “İki defa bir kenara itilen Boğazlar meselesi nedense tekrar ortaya çıktı” (s. 623). Molotov muhatabını sıkıştırıyor. Sonunda Saraçoğlu, “Ben Moskova’da Boğazlar meselesini tartışmak için bulunmuyorum,” demek zorunda kalıyor (s. 625). Bir ara “Boğazlar meselesi Çarlık emperyalizminin meselesiydi,” diyor (s. 624). Molotov bozuluyor, Saraçoğlu’na Çar’ın bakanıyla değil, Sovyet halk komiseriyle konuştuğunu hatırlatıyor. Fakat konuşanın kimliği, Boğazlar’ın Alman-Sovyet paktı için taşıdığı stratejik önemi azaltmıyor.
Burada coğrafyanın kader olduğunu, jeopolitiğin dostluk tanımadığını anlıyoruz.
Kitap boyunca diplomasinin olayların peşinden koştuğunu, savaşla birlikte sürüklenmeye başladığını, bir noktada çok gerilere düştüğünü görüyoruz. Wehrmacht’ın Maginot Hattı’nın çevresinden dolaşıp Fransa’yı işgal etmesi, İskandinav ülkelerine yayılması, Almanya’nın Balkanlar’daki siyasî durumu değiştirerek İtalyan, Macar, Romen, Slovak birliklerini de peşine takıp sonunda SSCB’ye saldırması, Türkiye’nin siyaset değiştirmesine yol açacak. Almanya bir an yenilmez armada gibi görünecek. Bütün dünya öyle görecek. İnönü ve çevresi İngiltere-Almanya’nın savaşı kazanamayacağını, yanlış yerde durduklarını düşünecek.
“Ankara yüzünü Almanya’ya çevirdi,” diyor Hazal Yalın. “Paniğin iç siyasetteki yansımalarını biliyoruz: İnönü’nün Batıcı denge tutumuna karşı iktidar içinde Almancıların güçlenmesine yol açtı” (s. 448-9) Ankara, Kırım’a dostluk heyeti gönderiyor, Sovyet sınırına 26 tümen sevk ediyor.
Kitapta yer almıyor ama o sırada emekli general Hüseyin Erkilet ile muvazzaf Orgeneral Ali Fuat Erden başkanlığında bir heyet, Alman Mareşali Fedor von Bock’un davetlisi olarak gittikleri Kırım’da, Wehrmacht generalleriyle SSCB’deki “Esir Türkler” meselesini görüşüyor. Bereket Slav halklarının köleleştirilmesinden sorumlu Nazi teorisyeni General Alfred Rosenberg savaşta Türkiye’yle stratejik ittifak fikrini kabul etmeyerek, Ruzi Nazar’ın da içinde olduğu Türkistan Ordusu’yla, Kızıl Ordu’ya ihanet ederek Alman saflarına geçen Rus generali Andrey Vlasov’la çalışmayı tercih ediyor. Bu “Esir Türkler” muhabbetini yıllar sonra CIA devralacak.
İnönü Hükümeti’nin bu heyeti resmî olarak tertipleyip gönderdiğine dair kuşkular var. Olay unutturuluyor. Fakat İnönü’den habersiz böyle bir heyetin kurulması ve Sovyet sınırına asker kaydırılması düşünülemez. Fakat panik yok. İnönü içerideki Alman yanlılarının gazını almaya çalışıyor, zemin yokluyor ve zaman kazanmayı amaçlıyor. Atılan her adımın kesintiye uğraması ya da geri çekilmesi başka türlü açıklanamaz. İnönü hem içeriyi hem dışarıyı oyalıyor.
Türkiye muhtemelen Stalingrad’dan (Şubat 1943) ve Almanların bütün askerî güçlerini toplayıp bozguna uğradıkları Kursk Muharebesi’nden (Ağustos 1943) sonra, İngiltere-ABD-SSCB’nin savaşı kazanacağını bütün dünyayla eşzamanlı olarak anlıyor. Müttefikler’in Normandiya Çıkarması’ndan (Haziran 1944) sonra emin oluyor. Yüzünü bu kez Batı’ya dönüyor. Winston Churchill 5 Mart 1946’da ilk kez “Demir Perde”den söz ediyor. Türkiye bir kez daha stratejik bir tercihle yüz yüze geliyor, güçlü ve kendisi için hem daha güvenilir hem de istikrarlı gördüğü tarafta yer alıyor. Soğuk Savaş başlıyor.
Belgelerde, tutanaklarda birkaç kez “İsmet heyecanlıydı” denilmesine rağmen, 1939-1945 arasında İsmet İnönü soğukkanlı bir satranç oyuncusu gibi büyük oyuncuların her güçlü hamlesinin arkasından gidiyor fakat esnek ve dengeli politikalarla zamana oynuyor, ateş hattına yaklaştığında duruyor, mesafeleri koruyor. İç politik ortamdaki paralel dalgalanmaları disiplin altında tutmayı ve sınırlamayı başarıyor.
İnönü’nün tek bir amacı var: Türk Boğazları’nın Montrö’yle belirlenen statüsünü korumak, ülkeyi savaşın dışında tutmak.
O günün dünyasında bu amacın gerçekleşmesini büyük bir başarı olarak görmek gerekir. Son yıllarda farklı argümanlarla ayrı kulvarlarda olsa da AKP’yle birlikte İnönü’nün üzerinde tepinmek moda oldu. İnönü’nün ülke içinde ve diplomaside geliştirdiği ölçülü, dinamik ve çoğu kez “mış gibi yapan” politikalar sayesinde Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndan tahrip olmadan, tek parça hâlinde çıkabildiğini unutmamak gerekir. Savaş koşullarında “aktif tarafsızlık” politikası izliyor. Cihanda savaş varken Atatürk’ün dış politikasını sürdürmek ancak yurtta sulhü korumakla mümkündü.
1939 (Hazal Yalın, NotaBene Yayınları 2023), son yıllarda okuduğum en heyecanlı kitaplardan biri. Bütün tarafların diplomatik müzakerelerini, çözümlemelerini, yapılan bütün anlaşmaları neredeyse gün gün izliyorsunuz. Kitabın sonuna eklenen, yazarın Rusça’dan çevirdiği 20 belge ilk kez yayımlanıyor.
Böylesine büyük bir işe girişen yazarın nesnel (objektif) tarihçi olması elbette şart değil. Nitekim Voroşilov, İvanov, Molotov ve Kollontay parlak bir ışıkta görünürken, Sovyet mahreçli resmî belgeler doğruluğu tartışma götürmez bir kesinlikle sunuluyor.
Mesela yazar, Maksim Litvinov’un Dışişleri Halk Komiserliği’nden istifasının Sovyetler Birliği’nin dış siyasetinde değişiklik alâmeti olarak yorumlandığını belirttikten sonra, “Bu doğru değildir,” diyor ve konuya ilişkin Politibüro kararını veri alıyor (s.111-112) Ne fark eder? Her radikal dış politika değişikliğinde dışişleri bakanı da değişir. Milletler Cemiyeti’ni Hitler faşizmine karşı örgütlemeye çalışan, anlaşmalar yapan, Komintern’le paralel faaliyet yürüten Litvinov’un Alman-Sovyet anlaşmasına imza atması, Alman komünistlerinin tasfiyesini onaylaması inandırıcı olmazdı. Stalin’in yakın kamarillası Molotov bu işlere daha yatkındı.
Yine bir yerde Wehrmacht Generali Kleist’ın bir sözü, General Tuhaçevskiy’nin Alman casusu olarak suçlanmasının ve “tasfiyesinin belki de haklı bir temele dayandığını açıkça gösterir” gibi tuhaf bir ifadeyle yorumlanıyor (s. 262). “Molotov-Ribbentrop anlaşmasının gizli protokolü, genelde Doğu Avrupa’da sınır değişiklikleri, özel olarak da Polonya’nın paylaşılması için yapılmamıştı” (s. 289) ifadesi de Stalinist resmî tarih yazıcılığının savaş sonrası klasik yorumlarından biri: “Alman yayılmasına karşı [SSCB] tampon alanını genişletmeye çalışıyordu” gibi… (s. 291).
Bu küçük çıkıntılar bir yana, kitap yakın dönem Türk diplomasi tarihine, içerdiği belgeler ve yazarın özgün kaynaklara dayanarak yaptığı isabetli, aydınlatıcı, sorgulayıcı yorumlarla muazzam bir katkıda bulunuyor. Akademide ve diplomasi alanında mutlaka değerlendirilecektir. Veryansın, 11.02.2024
Fotoğraf: İnönü ve Saraçoğlu satranç oynarken.