Yavuz Alogan
Siyasetçinin dili kıvraktır, düşüncesini gizler. Fakat mesajını da vermek, durduğu yeri göstermek zorundadır.
Yani öyle bir şey söyleyeceksin ki hem niyetini gizlemiş hem de gerçek tavrını ortaya koymuş olacaksın.
Mesela Meral Akşener şöyle söyleyebilir mi?
“Geppetto Usta, Pinokyo’yu tahtadan yonttu. Amerikalı onda bir ışık, kafasının içinde kolay doldurabileceği bir boşluk, karakterinde ise her yola gelebilecek bir kolaylık gördü. Genç ve zengin müteahhidi cumhurbaşkanı yapacak. Partimi merkeze taşıyabilirsem ben de onun başbakanı olurum.”
Böyle söyleyemez.
Peki nasıl söyler?
Der ki “Fatih Sultan Mehmet de aynı senin gibiydi. Yaşlı ablam senin yüzünde ‘Rabbi Yessir’ (Rabbim kolaylaştır) yazısı gördü.”
Burada tıpkı savaş sanatındaki “dolaylı tutum” gibi bir hamle görüyoruz. Zamanı geldiğinde âni bir cephe değişikliğiyle karşı mevzileri boşaltıp CHP’nin içindeki en işbirlikçi kesimle ittifak kurmaya, doğrudan yüzleşmeye girmeden netice almaya hazırlanıyor. Yurt gezisine çıkıp HDP sosyetesiyle Diyarbakır’da fotoğraf veren İmamoğlu’nun işlerini, Rabbi değilse de ABD’nin kolaylaştıracağını çıplak gözle görebiliyor.
Bu “dolaylı tutum” işlerinin üstadı elbette Sayın Reis’tir. AKM’nin açılışında yaptığı konuşmanın metnini dikkatle okuyunuz. O nasıl bir “çağdaş,” nasıl bir “modern” lider profili!
Daha 2014 yılında “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir” diyen Sayın Saray, iki gün önce, Cumhuriyet Bayramı’nda, Cumhuriyeti Kuran ve Yaşatan Kadınlar Programı (!) düzenleyerek, arkasında başı açık “çağdaş” görünümlü şık ve zarif kadınlar olduğu hâlde şöyle dedi: “Bu ülkenin kadınları tarlada, parlamentoda, olimpiyat oyunlarında, okulda, işyerinde, evde, tankların karşısında, velhasıl hayatın her alanında emekleriyle var olmayı sürdürüyor. Kadını erkeğiyle 84 milyon omuz omuza büyük ve güçlü Türkiye’yi inşa etmekte kararlıyız.”
Kadını erkekle eşit konuma getiriyor.
Fıtrat n’oldu?
Söylemiyor.
Hemen son anketleri inceleyecek. Büyük kentlerde kaptırdığı oylarda bir kımıldama var mı, bakacak. Yüzde 30’lara en az bir on puan eklemek için söylemeyeceği şey yok. Erken seçimlere doğru, “Atatürk’üm önderim nabzımda atıyorsun / Sulh sever bir dünyanın kalbinde yatıyorsun,” diye şiir okumazsa namerdim!
Bu işler böyledir.
2023, 2053 hedeflerine ulaşmak için oy lazım.
Fakat sinirlerine hâkim değil. Asabî. Belki de programcıları, metin yazarları biraz kalın kafalı. Ya da onların sözünü dinlemiyor.
Şöyle diyemiyor mesela: “Bu CHP her ne kadar binici değiştirip peşimden tırısa kalktıysa da, şu altı ok benim asabımı bozuyor, çünkü bana geçmişi hatırlatıyor. Okların hepsini kırıp bu partiyi yok etmedikçe bana huzur haramdır.”
Peki n’apıyor? Grup toplantısında Sincan’daki linç girişimini gösteriyor. Yani diyor ki Ey Kılıçdaroğlu ben seni halka parçalatırım! Merkez sağı kendine çekmeye çalışan Merak Akşener’den korkuyor, onu tehdit ediyor, ama bir şekilde tavlamaya da çalışıyor fakat mesela teorisyen küçük enişteden (Davutoğlu) korkmuyor, onu AKM’nin açılışına davet ediyor.
Bir yandan partisinin kaderinin ülkenin kaderiyle birleştiğini, muhalefete memleketin teslim edilemeyeceğini ilan ediyor; öte yanda, tarikatçısından sosyete şarkıcısına, Kemalist’inden liberaline kadar yüzünü döndüğü her kesim için makyaj tazeliyor, yanar döner bir sahne ışığında oynuyor. Vaşington’daki Büyükelçisi Mercan’a, Amerikan Conisine hitaben, “Bir kriz anında Türkiye sizin ihtiyaç duyacağınız bir dost olarak yanınızdadır” dedirtirken, Biden’a icabında posta koymaktan çekinmiyor; on elçiyi “persona non grata” ilan ederken Doğu Akdeniz’de Sevilla Haritası’na doğru çaktırmadan büzülebiliyor; “stratejik müttefikimiz” Rusya’yla ikinci S-400 anlaşması isterken bizim SİHA’lar Donbass’ta Rus mevzilerini vuruyor; Millî Savunma, Karadeniz’i NATO’ya açmaya hazırlanıyor.
Bütün bunlar bana çok enteresan geliyor.
Bence dünya bu görülmemiş fenomeni anlamaya çalışıyor.
Almanya’da kuyruklar uzun, İngiltere’de raflar boş, Amerika açlıktan kırılıyor, “bizde bolluk bereket” … dediğinde güldünüz, sosyal medyada çılgınca eğlendiniz. Bence komik değil. İktidarın geniş medya alanı içinde muhalif medya iri bir portakalın tek bir ince dilimi kadar… Şu yirmi yıl içinde okuyan düşünen, anlamaya çalışan (kitap okuyan, yorum yapan falan demiyorum) nüfus kesimi hızla daraldı. Memlekette kâğıt üretilmiyor, kâğıt!
Giderek yoksullaşan, umutlarını bağlayarak sığınacak yer arayan, aldanacak kıvama gelmiş geniş kararsızlar kitlesi siyasî partilerin av sahasını oluşturuyor.
Cehaletin genişlemesi sahici bir diktatörlüğün en sağlam teminatıdır. Söylemin gücü müthiştir. Sıktığınız palavra bütün kulaklara aynı anda gidiyorsa, etkisi olağanüstü olur. Reis’in bütün dünyaya posta koyan söyleminin en umulmadık kişileri bile zaman zaman etkilediğini görmek beni şaşırtıyor; dört nala koşan atların arasında dikkati çekmek için gevrek gevrek havlayan fino köpeklerinin telâşı beni güldürüyor.
Neyse uzatmayalım…
Temel sorun, yeni bir Toplum Sözleşmesi oluşturma yöntemidir. Buna bağlı olarak laiklik, tedrisatın laik ve bilimsel eğitim anlayışıyla tevhidi, iktisadî planlama ve toplumsal kalkınmadır. Programdır! Vah vah, tüh tüh diye dolaşan bütün parti başkanlarını yurttaşlar bu konularda sorgulamalıdırlar. Şikâyet etmeyin, sorgulayın ve talep edin!
Düşünebiliyor musunuz, sistem partisi bir reklam şirketiyle anlaşıyor ve bu şirket, parası mukabilinde partiye bir imaj, partinin lideri olarak ortada dolaşan sıradan şahsa bir mizansen sunuyor, her nabza göre ayrı bir şerbet hazırlıyor. “Lider” halka gidip empati yapıyor, acıklı acıklı konuşuyor, uçuk kaçık vaatlerde bulunuyor. Kimse de çıkıp, “Lan sizin gerçek programınız nedir, siz kimsiniz, öteki partiden farkınız nedir?” diye sormuyor. Böylece halk tatlı bir sarhoşluk içinde şenlik havasına kapılarak sandığa doğru sürükleniyor. Dış güçlerin ilgi alâka ve menfaatlerine tekabül eden bir siyasî parti ya da partiler grubu alkış kıyamet paraları döküp saçarak koşuyor, ipi göğüslüyor ve iktidarı kapıyor. Şahsen ben yıllardır genel ve yerel seçimleri bir Fellini filmi seyreder gibi izliyorum.
Meclis çoğunluğunu ele geçiren ve iktidarı kapan siyasî parti kanunlar, yönetmelikler çıkarabiliyor, hatta anayasa yapıyor. Şimdi bunlar AKP’nin kurduğu rejim sayesinde her türlü devlet denetiminden de kurtulmuş olacaklar.
Böylece irade-i millet tecelli etmiş olacak. Öyle mi?
Seçimlerin tecelligâhında, yani gerçekleştiği yerde, Hakikat’in her defasında katledildiği bir sistemin değirmenine su taşıdığımızı kim inkâr edebilir? Parayla yağlanan, demagojinin ve palavranın çıkardığı rüzgârla dönen çarkı kırılmadıkça bu değirmen daha ne taneler öğütür, ne unlar üretir!
Galiba ben “demokrat” değilim.
Şu güzel pazar gününde herkese akıl fikir, siyasî partileri ve pinokyo karakterleri anlama çabası diliyorum. Veryansın, 31. 10. 2021