ÖLDÜRME MINTIKASI

Yavuz Alogan

19. yüzyılda Avrupalı generaller önemli bir sorunla karşılaştılar: savunma mevzisinin önünde yoğunlaşan “öldürme mıntıkası.”

 Düşmana taarruz eden süvari ve piyade birliklerinin çatışma mesafesine gelinceye kadar geçmek zorunda oldukları öldürme mıntıkası (killing ground) gittikçe genişliyordu. Bunun sebebi tüfeklerin ve topların menzil ve isabet derecesindeki artıştı.

         Napoleon Savaşları (1803-1815) sırasında öldürme mıntıkası 150 metre kadardı. Bu mesafe geçilene kadar ölenler ölüyor, kalanlar düşmanla sıcak temas kuruyorlardı. Fransa-Prusya Savaşı’nda (1870) mesafe 400 metreye çıktı.  1890’ların ortasına gelindiğinde 1500 metreydi (L. Freedman,  Penguin 2017, s.14).

         I. Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında öldürme mıntıkasının daha da genişlemesi savaşın siperlerde kilitlenmesine yol açtı.  1883’te icat edilen ve sömürge savaşlarında sınanan Maxim ağır makineli tüfeği, koşarak düşman siperini ele geçirmeye çalışan askerleri daha yolu yarılamadan başak gibi biçiyordu. Sipere ulaşanlar en ilkel yöntemle, süngüyle boğuşuyorlardı.

         Öldürme mıntıkasını hiçe sayarak düşmana taarruzun son örneğini İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-1945) ilk günlerinde Polonya ordusunun süvari birlikleri verdi. Mızraklı atlılar Alman panzerlerine taarruz ettiler ve kahramanca öldüler. Tank ve at tarih sahnesinde ilk ve son kez karşı karşıya gelmişti.

         Artık savaş şartları değişmişti. Tank birlikleri piyadeyi peşine takarak geniş alanlarda manevra yapıyor, orduları kuşatıyor, Maginot Hattı gibi iddialı tahkimatların çevresinden dolaşarak ülkeleri işgal ediyordu.  Ateş destek vasıtalarının menzil ve tahrip gücü artmış, ilk kez 1912’de askeri amaçla kullanılan uçak tarih sahnesine çıkarak gözetlemenin yanı sıra  makineli tüfekle kara birliklerini desteklemeye, bomba atarak tahrip sabotaj işleri yapmaya başlamıştı.

         Öldürme mıntıkası ilk kez bu kadar genişlemiş, uzun karayollarını, ovaları, dağları, denizleri, kasaba ve kentleri kaplamıştı.  Artık siviller evlerinde oturarak cepheden gelecek haberleri beklemiyorlardı. Öldürücü silahlar herkesi hedef alıyordu.

         1944-1945’te Amerikan Conisi, Alman orduları yenildiği hâlde B serisi ağır bombardıman uçaklarının ateş gücünü Avrupa’nın tarihî kentlerinde denedi (Stratejik Bombardıman), sanayi tesisleri hariç her şeyi yakıp yıktı ve Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’yi atom bombasıyla yok etti. Bunun üzerine Sovyet fizikçisi Igor Kurçatov’un bilim adamlarından oluşan ekibi çalışmalarını hızlandırdı. Stalin bombayı istiyordu. Lavrenti Beria, ekibi aşırı derecede zorladı, binlerce kişi denemeler sırasında radyasyondan öldü. Sonunda bombayı yaptılar.

         Bu yeni duruma “dehşet dengesi” denildi.

Öldürme mıntıkası artık ülkeleri kapsıyordu. Ardından nükleer bombaları dünyanın her yerine taşıyabilen kıtalararası balistik füzeler geldi. Artık yeryüzünün bütün karaları ve denizleri öldürme mıntıkasıydı.

         Günümüzde Pyonyang’dan atılacak bir füze Seul kentini ya da Guam Adası’nı, Kaliningrad’dan atılacak bir orta menzilli füze Sofya ve Varşova’yı,  İncirlik’ten atılacak bir başka füze Sivastapol’ü, Hazar Denizi’nden atılacak  füze Adana’yı birkaç dakika içinde buharlaştırabilir.

         “Yok canım, öyle şey olur mu?” demeyin.

Merkez medyanın sabit askerî uzmanları, “Şimdilik elense çekiyorlar, karşılıklı manevra ve yığınak yaparak birbirlerini denizden ve karadan kuşatmaya çalışıyorlar; biraz itişirler sonra yatışırlar, nasıl olsa kendi aralarında anlaşırlar” gibi yorumlar yapıyorlar. Nükleer silahlar mı? Onları asla kullanmazlar! İnsanlığın sonu olur. Öyle mi?

Donbass civarında küçük işgal hareketleri olur, belki Karadeniz’de bir iki gemi vurulur, ABD Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’ya alırsa, Çin Tayvan’ı işgal eder.  Çoktan başlayan III. Dünya Savaşı’nda taraflar sadece iktisadî, sosyal, psikolojik, sibernetik araçları kullanırlar; satranç tahtasında ileri geri hamleler yaparak nüfuz alanlarını birbirlerinden almaya ya da yeni nüfuz alanları yaratmaya çalışırlar, hibrit savaş yöntemleriyle vekâleten savaşırlar.

         Nereye kadar?

         Nükleer tehdidi umursamayan   ABD, askerî baskı, kuşatma ve ekonomik ambargoyla Rusya’nın iradesini kırmaya, onu karışıklığa sürükleyerek içeriden çökertmeye çalışıyor.

         Bu stratejik hedef gerçekleşmezse ne olur?

         İki ihtimal var. Taraflardan biri yüksek teknoloji kullanarak diğerinin elektronik erken uyarı sistemlerini körleştirir. Körleşen taraf teslim olur ve dayatılan şartları kabul eder. Ya da kuşatma ve mevzi kazanma manevraları konvansiyonel savaşa dönüşür, küresel savaş histerisi yayılır ve yenileceğini anlayan taraf taktik nükleer silahlarla askerî hedefleri vurmaya başlar.   

         Günümüzde insan türü öldürme mıntıkasında yaşıyor.

         Rakip orduların karşı karşıya gelmediği, düşman askerlerin birbirini görmediği bir savaşta milyonlarca sivil ölebilir.

         Ve savaşları durduracak uluslararası tek bir mekanizma yok.

Roosevelt-Stalin-Churchill üçlüsünün II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturduğu Birleşmiş Milletler Konvansiyonu çöktü; etkisi kalmadı.  I. Dünya Savaşı’ndan önce Milletler Cemiyeti de aynı şekilde çökmüştü.

         Güncel soru şudur: dünyanın elde kalan kaynaklarını ve bu kaynaklara ulaşım yollarını ele geçirmek için mücadele eden emperyalist kapitalist ülkeler sürekli geliştirdikleri ve biriktirdikleri, övünerek gururla teşhir ettikleri nükleer silahları ne yapacaklar?

         Nükleer silahlanma, çevre felaketleri ve dizginsiz nüfus artışı önlenmedikçe, hangi rejim altında yönetilirse yönetilsin, insanlığın geleceği yoktur.

         Ukraynalı sivillere tahta kalaşnikov maketleriyle verilen askerî eğitimin görüntüleri gülünç ve hazindir. Veryansın, 04. 02. 2022