GERÇEĞİN AYNASINDA

Yavuz Alogan

Tolstoy’un ünlü romanı Anna Karenina şu cümleyle başlar: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, fakat her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Sanılanın aksine sürekli yoksulluk aile mutsuzluğunun sebebi değildir. Aslında süreklilik kazanan her şey mutluluk veren farklı alışkanlıkları kendi içinde barındırabilir. Aile zor da olsa bir şekilde sürdürebildiği hayatın içinde kendisini mutlu edecek pek çok şey bulabilir. 

Asıl aile mutsuzluğu ani değişikliklerde, çıkışları izleyen inişlerde, neşeli günün akşamlı olduğu anlaşıldığında ortaya çıkar. Fakat bu da tek başına aile mutsuzluğuna neden olmaz.  Gâvurların “hubris / nemesis ardıllığı” dediği şeyin gerçekleşmesi gerekir.  Buna göre hayat, kibirli olandan, yanlış yapandan mutlaka intikamını alır.  Yolsuzluk, sahtekârlık, nankörlük, inkârcılık ve aşırı borçlanmayla güç ve servet edinen yırtıcı açgözlülerin kapıldıkları “şahâne hayat yanılsaması” gerçeğin sert kayasına çarparak dağıldığında, ailenin sureti gerçeğin aynasında belirir ve mutsuzluk işte o zaman başlar.  Aile içinde itaatsizlik baş gösterir.

Fakat itaatsizlik önce ailenin yakın/organik çevresinde belirir. Avantacılar kendilerini mutlu edecek yeni bir reis arayışıyla merkezden uzaklaşırlar.  Harçlığı kesilen oğlan isyan eder, aileyi iflasa sürükleyen damat pencereden atlayıp kaçar, ailenin servet edinmiş uzak yakın akrabaları denklerini toplayarak mallarını mülklerini denizaşırı ülkelerde emniyet altına almaya çalışırlar.

Cervantes, Don Kişot’u yazarken, romanın bir yerinde Şövalye’ye gerçekleri gösterecek bir karakter yaratma ihtiyacı duyar, çünkü roman fazla uzamıştır, tekrara düşmektedir.  Bu kişi Şövalye’nin yakın dostu Sanson Carrasco’dan başkası değildir.  Cervantes, onu Aynalar Şövalyesi kılığında Don Kişot’un karşısına çıkarır. Düello başlar. Dövüş sırasında Carrasco, aynalı kalkanını Şövalye’nin yüzüne tutarak   ona gerçek ismiyle, “Alonso Quijano!” diye seslenir, “Gerçeğin aynasında bak kendine, kitaplardan fırlamış bir şarlatansın sen!” Hayaller gerçeğin sert kayasına çarparak dağılır. Don Kişot, gerçeğin aynasında kendini görür; “iyileri koruyan ve kötüleri cezalandıran” erdemli bir şövalye değil, hayalperest bir bunak olduğunu fark eder ve yere serilir.

Don Kişot elbette masum bir roman kahramanıdır. Fakat gerçekle karşılaşma, bir “hakikat anı” yaşama durumu, masum olmayan gerçek hayat kahramanları, özellikle bu kahramanların aşırı kibirli ve güçlü olanları için de bir kaderdir. Özellikle yolsuzluğa, nepotizme batmış, yasadışı yöntemlerle edindiği serveti gizleme telaşına düşmüş heveskâr ve hayalperest diktatörler günün birinde mutlaka bir Aynalar Şövalyesi’yle çarpışmak zorunda kalırlar. Bu örnekte Aynalar Şövalyesi ağır siyasî, iktisadi ve toplumsal krizdir.

Bu krizin aynasında diktatör bozuntusu sadece kendi suretini görmekle kalmaz, halk kitleleri de eşzamanlı olarak başlarındaki şahsın gerçek durumunu görürler.  Küçük bir çocuk Kral’ın çıplak olduğunu fark eder ve çevredeki insanların “Bugün ne kadar şıksınız ekselans, yeni kostümünüz size pek yakışmış” dediği yerde, “Kral çıplak!” diye bağırıverir ve ortalık karışır.

Ya da Türk oyun yazarı merhum Güngör Dilmen’in  Midas’ın Kulakları’nda yarattığı berber tiplemesine bakalım. Kral Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır ve onları şapkasının altında gizlemektedir.  Bu acı gerçeği onu her gün tıraş eden berberden başka bilen kimse yoktur. Berber büyük bir baskı altındadır ve öyle bir gün gelir ki gerçeği saklamanın yarattığı iç sıkıntısına artık dayanamaz, ruhunu rahatlatmak için bir kuyunun içine “Midas’ın kulakları, eşşek kulakları!” diye haykırır. Fakat ses kuyuda yankılanarak büyür. Rüzgârda salınan sazlar bu sesi bütün ülkeye yayar. Kral Midas dehşete kapılır, adamlarına emir vererek sazları kökünden kestirir fakat bu kez keçiler korosundan daha yüksek bir ses işitilir: “Midas’ın kulakları eşşek kulakları!”

Aynalar Şövalyesi, çıplak kral, eşek kulaklı Midas gibi metaforlarda halk, sıradan karakterlerin bilinçli ya da kendiliğinden eylemiyle gerçeği öğrenir.  Fakat bu eylem bazı özel durumlarda gecikebilir.  “Hakikat anı”nın gelişi on yılı, hatta yirmi yılı bulabilir. Gecikmenin en önemli sebebi topluma yerleşmiş itaat kültürüdür. İtaat kültürü insana rahatlık ve güvenlik duygusu verir fakat vicdanını ve aklını köreltir.

İtaat kültürü ailede başlar, okulda, askerlikte, fabrikada, tarlada, iş yerinde, siyasî partide, ülke yönetiminde devam eder. Kayıtsız şartsız itaati emreden kültür her türlü hak arama mücadelesinin önünde duran en büyük engeldir. Ve bütün mücadelelerin ilk adımı, kuşku duymaktır.

Kuşku duyacaksınız. “Bunun vatanseverliği gerçek mi yoksa siyaset icabı mı?” ya da “Bu adam gerçekten lider mi, yoksa düpedüz şarlatan mı?” ya da “İşçilerin mücadelesi yabancıların çıkarına hizmet ederek iç cepheyi böler diyen birisi, emek-değer teorisi hakkında bana ders verebilir mi?” ya da “Milleti ümmet gibi görenin vatanı olur mu?”  ya da “Bugünkü eğitim sistemi on yıl sonra nasıl bir insan tipi üretecek?” diye sorduğunuz anda, mücadeleye bir adım atmış olursunuz.

Atmazsanız ne olur? Mücadeleye bir adım atmazsanız, daha çok beklersiniz, kayıplarınız daha da artar. Sahte sendikanın başındaki sınıf işbirlikçisi iktidar yalakası, “direne direne kazanacağız” sloganını, rahatlıkla “dilene dilene kazanacağız” sloganına dönüştürür; işçiler ulûfe bekleyen fakir-fukara-garip-guraba olarak tescil edilmiş olurlar, böylece hükümet, bugün almadığını yarın fazlasıyla alabileceğini öğrenmiş olur. Siyasî partiniz feodal bir beyliğe dönüşür, siz de beyin serfi ya da kölesi olursunuz. Aynı terfi sırasındaki komutan hükümete yağ çekerek rütbe alırken, sizi emekliye ayırırlar. İşten atılırsınız, kimse dönüp yüzünüze bakmaz. İktidar partisine üye olmazsanız girdiğiniz bütün ihaleleri kaybedersiniz.

Sokakta sigara bile içemezsiniz. Başınızdaki meret sizin saat kaçta sokağa çıkacağınızı, sokakta ne yapacağınızı bile belirlemeye kalkışır. Sinsice hazırladığı emek piyasası yasalarıyla sizi Amerikalının, Almanın, Çinlinin sermayesine ucuz işgücü yapar, vatanınızı varlıklarınızı limanlarınızı gâvura satar, sizi yurttaş olmaktan çıkarıp tüketim ekonomisinin oyuncak müşterisine dönüştürür, tarihinizi tabiatınızı kültürünüzü bozar, hatta sizi daha iyi kontrol etmek için kıçınıza çip takar.

“Büyük medenî vasfınızı” size bir kez daha unuttururlar; Mustafa Kemal’in dediği gibi “atinin (geleceğin) yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi” doğamazsınız, bir Ortadoğu sultanının tebaası gibi karanlığa gömülürsünüz.  

Onca askerî darbenin, onca zulmün, direnişin, anayasa ve rejim mücadelesinin ardından bütün bunlara razı mı olacaksınız?

Demek ki itaat kültürünü sorgulamak, rıza göstermemek gerekir. “Bu adam hangi yetkiyle tek başına beni yönetiyor?” ya da “Bu şahıs benim adıma nasıl böyle kararlar verebiliyor?” diye sorduğunuz zaman, iktidarın başı, sarı sendikanın ağası, siyasî partinin kendini lider zanneden başkanı size gerçeğin aynasında görünür, kuyular sesinizi büyütür, sazlıklar sesinizi iletir ve insanlar meydanlarda toplanırlar, icabında birer sigara yakarlar.  Aksi hâlde hayatınızı etkileyen bütün iktidar makamlarına gelen her bir kişi gideni aratacak, her yeni gün geçen günden daha beter olacaktır. Veryansın, 13. 11. 2020