JEOPOLİTİK FIRTINA

Yavuz Alogan

Sovyetler Birliği Belovej Anlaşması’yla (1991) dağıldığı sırada  Türkiye’yi   DYP-SHP koalisyon hükümeti yönetiyordu. AB üyelik sürecine ağırlık veren hükümetin ya da o dönemde aşırı özgüvenli Genel Kurmay’ın yaklaşan jeopolitik fırtınayı öngörmesi elbette beklenemezdi.

Fakat 11 Eylül 2001 saldırısı, ardından  2004’te toplanan G-8 zirvesinde “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık” adı altında BOP’un onaylanması, bu arada NATO’nun 1999’dan itibaren Varşova Paktı’nın bıraktığı boşluğu doldurmaya başlaması, Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinin eskisi gibi olamayacağını göstermişti. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’ye verilen önemin NATO’nun genişleme sürecinde azalacağını öngörmek için strateji dehası olmak gerekmiyordu.

O sırada jeopolitik yenilenme, Türkiye’nin jeostratejik konumuna uygun bir güvenlik doktrini geliştirme ihtiyacı duyulmadı. Saray, BOP eş başkanlığıyla yetiniyor, Diyarbakır’ı BOP’un yıldızı yapmaktan söz ediyordu.

Hemen sonra tabloya iki önemli unsur eklendi. 

Rusya’da Putin yönetimi NATO’nun yayılmasını durdurmak, çarlığın ve SSCB’nin nüfuz alanlarını,  dağılan imparatorluğun yakın ve ileri savunma hatlarını geri almak üzere harekete geçti,  Güney Osetya, Abhazya, Kırım ve Ukrayna’nın doğusuyla yetindi ve Doğu Akdeniz’de bir köprü başı kurdu. 

Eşzamanlı olarak Ortadoğu’nun tamamında radikal cihatçı İslamî akımlar, Baasçı / ulusalcı akımların yerini almaya, tehdit altındaki İran’ın ileri savunma mevzii olarak ABD-İsrail eksenine karşı örgütlenmeye,   Arap rejimlerini tabandan tehdit etmeye başladı.

Bu sürecin başlarında Saray ilk kez özgün bir stratejik tutumun gerekli olduğunu anladı.

Elindeki hazır reçeteyi, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” teorisini uygulamaya çalıştı. Bu teoriye göre, Türkiye “Müslüman bir süpergüç olarak İslâm dünyasını birleştirme potansiyeli”ne sahipti.  Türkiye emperyalizmin taşeronu olarak Osmanlı imperiumunu ekonomik ve askerî olarak etkileyebilir, güneyinde İslamî bir nüfuz alanı edinerek süreci başlatabilirdi.

NATO’nun doldurduğu jeopolitik boşluk alanı, Saray’ın benimsediği teoriye göre, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti ile Çarlık Rusyası-Sovyetler Birliği-Rusya Federasyonu arasındaki tarihî rekabet hatları olduğu için, NATO ile Rusya arasındaki sorunlar Türkiye’yi elbette etkileyecek fakat Saray NATO angajmanını Rusya’yla geliştireceği ikili ilişkilerle eşzamanlı yürüterek küresel güç dengelerini belirleme, başka deyişle her krizde “arabulucu” rolü oynama imkânına kavuşacaktı.

“İslamî  süper güç” olarak Türkiye’nin  kendi idarî teşkilatını genişleterek güneyde bir nüfuz alanı edinme girişimi,  arkasında  yabancı istihbarat örgütlerinin muhtemelen gayet iyi bildiği fakat bizim bilmediğimiz, ileride Türkiye’nin aleyhine kullanılabilecek karanlık olaylar bırakarak akamete uğradı. 

Bu arada Türk Ordusu’nun ABD’nin destekleyip donattığı PKK/YPG’ye yönelik askerî harekâtları denize ulaşacak Kürt koridoru girişimini durdurdu, ancak ABD-AB-Rusya bu harekâtların bölücü silahlı örgüte karşı netice alacak ölçüde geliştirilmesine, tamamlanmasına izin vermedi. PKK, ülke içindeki güçlerini güneye çekip YPG içinde toplayarak ABD’nin emir  komutası altında düzenli ordu benzeri bir yapı içinde tertiplendi.

Bu arada Saray, Batı’nın Türkiye’yi sığınmacı deposuna dönüştürme girişimine, hem Batı’dan sıcak para temin etme umuduyla, hem de ümmeti büyüterek Cumhuriyet değerlerine bağlı orta sınıfı kuşatıp yıldırmak için izin verdi. Bu girişim,  hem ülkenin Türk kimliğini zayıflatarak bir iç savaş potansiyeli yarattı, hem de güneydoğu sınırlarını tehlikeli biçimde belirsiz ve geçirgen hâle getirdi.

O sırada  ABD’nin siyasî İslam’ı El-Kaide tarzı askerî örgütlerle ya da AKP tarzı Batı’ya bağımlı “ılımlı İslamcı” partilerle manipüle etme dönemi, “Yeşil Kuşak” stratejisiyle birlikte sona ermişti.

İsrail-Hamas çatışmasının tetiklediği kriz,  varlığını sürdürmek için Saray’ın hem Batı’nın hem de Körfez’in  sıcak parasına acilen ve şiddetle muhtaç olduğu bir anda patlak verdi.  Buna rağmen Sayın Reis, Hamas’ın terör örgütü değil bir “kurtuluş ve mücahitler grubu,” İsrail’in ise bir devlet değil “örgüt” olduğunu ilan ederek Batı’nın teveccühünü kaybetti.  Kriz başladığında Saray’ın kapısını çalan olmadı, Türkiye arabuluculuk rolünde Ürdün ve Katar’ın gerisinde kaldı.  Dışişleri Bakanı Fidan’ın  rol almak için çıktığı bölge turu sonuç vermedi,  etki bile yaratmadı.

Bu arada AB, ABD, Kanada, Japonya, Avustralya ve İngiltere’nin terör örgütleri listesinde yer alan Hamas, Türkiye tarafından himaye edilip destekleniyormuş gibi bir görüntü oluştu. Dış basın Hamas liderlerinin Türkiye’de ikameti ve gördüğü destek hakkında geniş haber ve yorumlara yer verdi.

İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan, Ankara’ya geldi. Hakan Fidan’la birlikte basının önüne çıkarak,  ABD’nin Hamas-İsrail savaşını CENTCOM eliyle genişletmeye çalıştığını, savaşı kendi komuta merkezinden yönettiğini söyledi.  Bundan birkaç gün önce ABD’nin   nükleer bomba taşıma kapasitesine sahip B-1B stratejik bombardıman uçakları İncirlik’e inip iki saat kalmıştı. Askerî uzmanlar bu ziyaretin İncirlik’teki termonükleer bombalarla ilgili bir tatbikat olabileceğini öne sürdüler. İran’ı hedef alan bu tatbikattan birkaç gün önce Rusya kara, deniz ve hava unsurlarıyla “misilleme amaçlı nükleer saldırı” tatbikatı yapmıştı. Bu arada Kürecik üssü İsrail’e istihbarat sağlamaya devam ediyor,  gemiler Türkiye’den Hayfa limanına petrol, domates ve sebze taşımaya devam ediyordu.

Aşağı yukarı aynı günlerde Dışişleri Bakanı Fidan, Berlin’de düzenlenen AB Genişlemesi ve Reformu Konulu Dışişleri Bakanları Konferansı’nda, “AB üyeliği konusunda bakış açımızı değiştirmediğimizi söyleyebilirim,” dedi ve AB üyelerinin “yeni jeopolitik koşullar altında yeni bir ruhla genişleme” konusunda yeni bir tartışma başlatmasını önemsediğini söyledi.  Bu sözler muhtemelen tebessümle karşılandı.

Bütün bunlardan, Türkiye’nin aşırı derecede çok yönlü bir dış politika izlediğini, hamle yaptığı her yönde birbiriyle çelişen, birbirini kesen farklı stratejik çıkarlarla karşılaştıkça tıkandığını, inisiyatifi kaybederek küresel sahnede   felç olduğunu, Saray’ın son tahlilde iktidarını sürdürmek için küresel, hatta bölgesel güçlere her türlü tavizi vermeye hazır olduğunu fakat verecek taviz kalmadığını ve dışarıda giderek vahim bir  güven kaybına uğradığını, içeride ise başlı başına bir millî güvenlik sorununa dönüştüğünü  anlıyoruz. Dış politikada win-win döneminin  ve Türkiye’nin jeostratejik konumunu pazarlayarak büyük güçler arasında denge kurma siyasetinin sonuna gelindiğini görüyoruz.

Çok büyük jeopolitik fırtınaların yaklaştığı bir dönemde reel politikanın gerekleri ve imkânları,  bazen bir öğrenci derneği başkanı gibi ideolojik çıkışlar yapan tek bir adamın sarayda birkaç kişiye danışarak, deneme-yanılma yöntemiyle sürdürdüğü kararsızlığa feda edilemez. Veryansın, 05. 11. 2023