TOPLUMUN YOZLAŞMASI

                           

Yavuz Alogan

        Siyasî toplumun yozlaşması halk tabakalarına ne kadar sirayet etti? Bu soruyu anketlerden istatistik çıkararak yanıtlamak pek mümkün görünmüyor (gene de denenebilir).

        Yozlaşma hangi halk tabakalarına sirayet etti?  Saray partisinden başlayan, ana muhalefet partisinden geçerek daha aşağıdaki partilere doğru yayılan kurumsal siyaset piramidine nüfusun farklı kesimlerinin yakınlığı uzaklığı ölçülerek bir yozlaşma hiyerarşisi tasavvur edilebilir.

        Fakat yozlaşma sirayetinin en somut biçimini görmek istiyorsanız, Sayın Reis’in yerel seçim konuşmalarına bakacaksınız. Dört yıl daha iktidardayım, diyor. Muhalif adayı belediye başkanı seçerseniz her türlü hizmeti engellerim, ne konut, ne doğal gaz, ne yol, ne su, ne elektrik! Mecburen bana vereceksiniz…

        Bu tavrın etkili olacağını, seçmeni neresinden kavrayacağını biliyor. Sistemi ona göre kurmuş çünkü, seçmeni yozlaştırmış, bağlamış. 70’lerde bir politikacı böyle konuşsaydı onu geldiği yere kadar kovalarlardı. Sistem, zihniyet farklıydı.

Soma’da “fıtratınızda ölmek var” dedikten sonra, 301 işçinin cesedi soğumadan girdiği seçilerden partisini birinci çıkarmış; on binlerce insanın öldüğü deprem bölgesinde 28 Mayıs seçimlerinde rakibine neredeyse yüzde 14 fark atmış.

        2017’de burjuvazinin önüne çıkıp “Olağanüstü hâli biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz,” demiş. “Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. (…) Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.” 2018’de  emekçilerin önüne çıkıp, “Bizimle beraber grev denen olaylar ortadan kalktı,” demiş… “Grevsiz bir toplum meydana getirdik.”

        Bunu iyi bir şey olarak söylüyor, başarı hânesine yazıyor. “Toplum” nosyonundan yoksun, ümmet kültürüyle yetişmiş; yurttaşlık bilinci, kurumsal aklı yok; Cumhuriyet’in niye kurulduğunu, ne olduğunu bilmiyor, anlamak istemiyor.  Toplam nüfusun  yüzde 34’ünü sosyal yardımlarla kendine bağlamış. 2023’te 60 milyon yurttaş sosyal yardım alabilmek için kayıt yaptırmış. Tebaasına ulufe dağıtarak hükmediyor, sefalete ittiği insanlardan siyasî destek sağlıyor, çevresine toplanmış lumpen burjuvaziyi besleyerek topladığı kuvvetle halkın üzerine çullanıyor.

        Kliental sistemler (klientalizm: para, hizmet ve menfaat karşılığında siyasi destek sağlamak) sadece iktidarı değil, sistemin içindeki bütün siyasî partileri, giderek bütün toplumu yozlaştırır.

        Saray’ın en büyük başarısı budur!

Kan dökmeden kliental bir sistem ve sosyolog Emile Durkheim’ın 1897’de kullandığı terimle “anomik” bir toplum yarattı. Hayalindeki rejimi ancak bir harabenin üzerine inşa edebileceğini başından beri iyice kavramıştı. İhvanı Müslümin tarzında cemaatlerin ve tarikatların halkla maddî ilişkiler kurarak devlet-altı sistemlerle güç toplama taktiklerini kültürel genlerinde taşıyordu.

Cumhuriyet Devrimi’nin yoktan var ettiği toplum, yurttaşları bir arada tutan, onları kaderde, tasada ve kıvançta birleştiren en sağlam “normlar”ını kaybetti.  Geçmişte toplumun bütün sınıf, tabaka ve gruplarının benimsediği, eleştirse de varlığından şüphe etmediği değerleri çürüttü. Tek parti devleti, farklılıklarıyla bir bütün olan toplumun yurttaşa kim olduğunu, ne yapması gerektiğini söyleme imkân ve kabiliyetini yok etti, onu kültürel, etnik ve dinî olarak ayrıştırdı, her an patlamaya hazır uzlaşmaz çelişkiler yaratarak böldü.

Bizi bu felaketten Ekrem başkan, Mansur başkan ya da bilmem kim başkan kurtaracak, öyle mi! Ne kadar sığ ve zavallı bir düşünce! (Yanlış anlamayın, elbette tıpış tıpış gidip derin taktik icabı -Tayyip İstanbul’a çökmesin, kaybetsin de erken seçim imkânı doğsun vs diye- Ekrem’e oy vereceğiz.  Mesela Mansur başkan en azından kendisini eleştirdiğiniz zaman, “Yavuz Bey, benim Atatürkçülüğümden nasıl şüphelenirsiniz?” diye mesaj atabiliyor. Yani iletişim mümkün. Çankaya’da İrfan Değirmenci’yle, Fatih’te Hande Karacasu’yla oturup konuşabilir, ortak bakış açıları bulabilirsiniz… Fakat AKP’nin İstanbul’u geri alması stratejik olarak belki de daha iyi olur, kazanın basıncı, yani biz eskilerin dediği gibi “düzenin çelişkileri” iyice artar, daha şiddetli ve kesin sonuçlu bir devrim olur… mesela! Neden olmasın?)

En düşük, en küçük asgari insanî ölçülerle, hangisi daha sempatik, iletişime daha yatkın ya da diğerinden daha az kötü diyerek ya da taktik nedenlerle oy vereceksiniz.

Fakat mevcut iktidarın ağırlığını kaldırmak için asgari ölçüler değil, çok büyük bir mukâbil ağırlık, yurtsever bir siyasî cephenin olanca ağırlığı gerekiyor.  Kendi zayıf ve yüzeysel seçmen ölçülerimizle bunu yapamayız. Birleşik bir kuvvet yaratmak gerekir. İnsanlara kulp takmadan, “o eskiden/su içerdi testiden” diyerek insanları yargılamadan, şimdiki zamanın içinde Saray rejimi altında yaşamak istemeyen, yaklaşan felaketi gören herkesle en geniş cephe içinde birleşmeye hazır olmak gerekir.

Evrim geçirerek zamanla güçlenme düşüncesi son 36 yılın bütün deneyimlerinin gösterdiği gibi yanlıştır. Zamana bırakılan her şey küçülüp dağıldı. Ayrıca vakit yok. Genel konjontür, dünyanın ve bölgenin gidişatı Türkiye için alarm veriyor. Eldeki muhalif insan malzemesinin politik değerini ve gücünü bulması gerekir.

Üstelik halk yavaş yavaş Hakikat’i görüyor.  Çarşı pazarın orta yerinde iktidara ağzına geleni söyleyen başörtülü mütedeyyin AKP seçmeni ya da CHP’nin kürsüde konuşan havalı politikacısına aşağıdan, “Ne diyon lan sen, Zıp Zıp!” diye seslenen yurttaş, iktidar ve muhalefet gerçekliğinin, siyasetin içine düştüğü çaresizliğin ve sergilediği çapsızlığın halkın gözüne batmaya başladığını gösteriyor.

Fakat önce Devlet!

Devlet’in iktidar partisini sırtından atarak siyasete mesafe koyacak şekilde, teknik anlamda bir aygıt olarak yeniden inşa edilmesi gerekir. Nihai amaç, kuvvetler ayrılığı olan laik ve demokratik bir hukuk  devleti, normları olan bir toplum, örgütleri olan sınıflar ve bütün bunların uyumunu sağlayan demokratik bir anayasadır.

Parti devleti değil, sahici bir Devlet…

Sahici hükümet, sahici parlamento, ofis memurları değil sahici bakanlar, bağımsız yargı ve sadece devlete bağlı baskı aygıtlarıyla ortak bir yönetim biçimini örgütlemenin maddî gerçekliği olarak Devlet;  genelin, bütün yurttaşların Devleti…  Eli titremeyen Jakoben bir adalet duygusuyla son yirmi yılın hesabını soracak, bütün siyasî toplumdan servet beyanı alacak, kaçak göçmenleri iade edecek, nihayet bütün ruhsatsız silahları toplayacak sahici bir Devlet!

Dile getirmese de halkın esas talebi budur.  

Ufukta belirdiği anda sahici Devlet, esas  değişimin habercisi, umudun yaratıcısı olur. Bu kapı bir kez açıldığında halk her türlü zorluğa katlanır, genç Mustafa Kemal posterleri ve Türk bayraklarıyla meydanları doldurur.

Bu talebi mevcut sistem, sistemin içindeki  siyasî partiler, siyasî partilerin içinde köşe kapmaca oynayarak itişip kakışan, sürekli paylaşan, yer tutan, eşini dostunu oraya buraya yerleştiren çeşitli “başkanlar” sağlayamaz. Yanına bile yaklaşamaz. Mevcut iktidarı devirmek şöyle dursun, onu eleştirmeyi, onunla kendileri arasındaki farkı ortaya koymayı bile becemediler.

Bunların âleminde her makamın parasal karşılığı, maddî bir değeri var. Seçim zamanı açılan siyaset borsasında en küçük belediye meclisi üyeliğinin bile fiyatı oluşuyor.  Seçmenin bu paragözleri bir şey sanması tam bir trajedidir. Oradan buradan toplayıp cilâladıkları lâlettayin adamlarla, kendi yakınları, liyakatsiz ahbap çavuşlarıyla hoplaya zıplaya bando mızıka eşliğinde, şenlik havasında halkçı belediyecilik yapacak, hizmet götürecekler, öyle mi?

   Çok büyük birlikler, çok sağlam ittifaklar, geleneksel Cumhuriyetçi orta sınıfın ateşleyeceği güçlü, inatçı kitlesel protesto hareketleri gerekir.  Yerel seçim sonuçları her ne olursa olsun Mart’tan sonra çözüm araçları artık siyasî değil fizikî olmak zorundadır. Hakikat budur! Veryansın, 18.02.2024