68 GENÇLİĞİ VE MAHİR ÇAYAN

Yavuz Alogan

         Dövüşmesini ve silah kullanmasını bilenler daha çok doğulu ve Karadeniz’li çocuklardı.  “Teorisi iyi” olan arkadaşlar ile “pratiği iyi” olanlar arasında ayrım yapılırdı. Mahir Çayan birinci gruba mensuptu. Fakat ikinci gruba da yatkın olduğunu gösteren  belirtiler vardı. Bir keresinde Siyasal’ın önünde dolmuştan indiğinde saldırıya uğramış, çantasında bulunan bir kâğıt makasıyla  başarılı bir savunma yapmıştı. Bir keresinde de Siyasal Yurdu’nda bir dinamitin fünyesi elinde patlamış, yaralanmasına yol açmıştı. O yıllarda 18 yaşında bir genç  annesinden aldığı harçlığı biriktirerek, mesela  1978’de yanan Yiba çarşısındaki bir esnaftan Astra marka pırıl pırıl bir tabancayı yedek şarjörü ve iki kutu mermisiyle satın alabiliyor, cebinde dinamit lokumuyla gezebiliyordu. Bugünden geçmişe bakıldığında bu mühimmat bolluğunun nasıl mümkün olabildiği sorusu hâlâ yanıtını bekliyor.

         Yirmili yaşlarındaki Mahir Çayan’ın liderlik özellikleri tartışmasızdı.  Kürsüye bir kucak dolusu kitapla çıkar, hepsinden peş peşe alıntılar yaparak çok uzun konuşurdu. Dinleyenler dışarı çıkıp çay içerler, hatta Çığır Lokantası’na gidip yemek yerler, döndüklerinde onu hâlâ kitaplardan alıntı yapıp konuşurken bulurlardı. 68 gençliğinin, özellikle çocukluğunda okuma alışkanlığı edinmiş olanları, 1963-1970 arasında aşırı dozda devrimci teorik bilgiye maruz kalmışlardır. Bu aşırı doz, devrimci mücadelelerin yükseldiği bir dünyada, kendinden olmayanı düşman belleyen bir siyasî ortamda polis baskısına, ülkücü saldırılarına maruz kalan gençliğin devrimci düşünceyi formülasyonlara indirgemesine,  farklı tarihsel ortamlarda  gelişen ve çok farklı koşullara tekabül eden devrimci teorik görüşleri öykünme ve benzetme yoluyla benimsemesine, kalıplar hâlinde  Türkiye’nin çok farklı koşullarına uyarlamasına neden olmuştur.

         1968-1972 arası, devrimci gençlere düşünme, anlama, kavrama bakımından fırsat tanımayan çok sıkışık ve hızlı  bir dönemdi.  Bugünden bakılınca çok uzun, fakat içinde olan biri için sıçramalarla gelişen çok kısa bir dönem.

         Belleğin sisleri içinde, Ankara Hukuk Fakültesi’nin sigara dumanıyla tütsülenmiş kalabalık toplantı salonunda, tahta bir masanın başında uzun boylu, gür  beyaz saçlı, siyah takım elbiseli Hikmet Kıvılcımlı oturuyor.  Latin Amerika ülkelerinin -belki Vietnam’ın da- tarihsel ve toplumsal yapısıyla Türkiye arasındaki farkları tartışıyor.  Hatırladığım kadarıyla, oralarda mümkün ve makul olan bir eylem biçiminin burada geçerli olamayacağını anlatıyor; “anarşi” ve maceracılığı eleştiriyor.          Salonun ön sağ tarafında bordo kazaklı, parkalı bir genç ayağa fırlayarak salonu müthiş bir bilgi bombardımanına tutuyor; herhalde  Yankee emperyalizmi, III. Bunalım Dönemi, suni denge, oligarşi gibi şeylerden söz ediyor.  Kıvılcımlı, “Senin bildiklerin yaşınla müsavi, evladım!” diye karşılık veriyor. Salonda  gülüşmeler, sloganlar…

         Bir keresinde de SBF yurdunun giriş kapısında nöbet tutan gençlere, az sonra gelecek gruba kimlik sormamaları söylenmişti.  Giriş katında   ışıklar sönüktü.  Kantinin kapalı bölmesindeki siyah beyaz televizyondan devrimci gençlerin sürekli dinledikleri polis telsizinin cızırtıları geliyordu. Az sonra Deniz Gezmiş, arkasından gelen bıyıklı postallı parkalı ekibiyle giriş yaptı. Hızla üst katlara çıktılar. Çok uzun yıllar sonra bazı anı kitaplarını okurken THKPC-THKO ayrımının o gece gerçekleşmiş olabileceğini düşündüm.

Avrupa’da ve Türkiye’de 68

         Mahir Çayan’ın 1967’de Fransa’ya gittiğini biliyoruz. 1968’de  Sorbonne ve Nanterre üniversiteleri işgal komitelerinin başlatacağı 68 Ayaklanması’nın gerilimini hissetmiş,  uzaktan da olsa tartışmalara tanıklık etmiş olmalı. O yıl Che Guevara’nın kurduğu Bolivya Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) saflarında  faaliyet gösteren Regis Debray Bolivya’da iki gazeteciyle birlikte tutuklanmıştı. Che Guevara birkaç ay sonra esir alındı ve CIA tarafından katledildi. Bu olayların özellikle Fransa’daki öğrenciler üzerinde etkisi büyük oldu. Bu ortamın Türkiye’den gelen 21 yaşında bir genci etkilemiş olması gerekir.   Kent ve kır gerillası, “antiemperyalist, anti-oligarşik devrim” gibi kavramları ilk kez o zaman duymuş olmalı.

         Ancak bu etkilenme muhtemelen sınırlıydı. Batı’daki 68 kuşağı bütün bir reel sosyalizm pratiğini  felsefi ve eylemsel anarşizmle aşmaya hazırlanıyordu. Türkiye’deki 68 kuşağı ise Marksist klasikler ve devrimler tarihiyle  henüz tanışıyordu. Avrupa’dakileri etkileyen olaylar, 1956 yılında Macaristan’da yetkililere dilekçe vermek için yürüyüşe geçen öğrencilere ateş açılması, ardından Sovyet tanklarının bu ülkeyi ezip geçmesi; daha sonra, 1968’de Çekoslovakya’nın işgali, üniversite öğrencisi  Jan Palach’ın  kendisini yakarak işgali protesto etmesi gibi olaylardı. Onlar Frankfurt Okulu Marksistlerini, dönemsel devrimci/liberter filozof Herbert Marcuse’ü okuyorlardı.

         Buradaki 68 kuşağı ise Mustafa Kemal ve CHP devrimciliğinden, 27 Mayıs Devrimi’nden, Talat Aydemir’in 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimlerinden, Mahir Çayan’ın da katıldığı Kıbrıs mitinglerinden (“Ya Taksim, ya Ölüm!”) etkilenmişti. “61 Anayasası’nın sağladığı kısmi özgürlük ortamı”nda ilk kez Marx, Engels, Lenin kitapları, sosyalizmin tarihine ve güncel devrimci mücadelelere ilişkin kitaplar, Ankara’nın “Bulvar”ındaki Büyük Sinema’nın asma katında, Erdal Öz’ün Sergi Kitabevi’nin vitrininde görünmeye başlamıştı.

         Paris’teki  öğrenci işgal komiteleri 17 Mayıs 1968 günü SSCB Komünist Partisi’ne  çektikleri telgrafta şöyle diyorlardı: “Titreyin bürokratlar, uluslararası işçi konseylerinin gücü sizi kısa süre içinde yok edecek! Yaşasın Kronştad denizcilerinin ve  Maknovşçina’nın Troçki ve Lenin’e karşı mücadelesi. Yaşasın 1956 Budapeşte Konseyci ayaklanması. Kahrolsun devlet!”

         Türkiye’deki 68 gençliği aynı dönemde bütün kahramanları, düşünürleri ve eylemcileriyle birlikte  uzun bir sosyalizm tarihinin henüz ilk cildinin ilk sayfalarını öğrenmek durumundaydı. Gençliğin temel sloganı “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” idi. Millî Kurtuluş Savaşı, İstiklal-i Tam ilkesi;  Vietnam ve Latin Amerika halkının yanında Yankee emperyalizmine, Filistin halkının yanında Siyonizm’e karşı mücadele her zaman ön planda olmuştur.  1960’larda  ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak için  filozof  Bertrand Russel’ın girişimiyle kurulan “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi”nin üyesi olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın konuşmaları, TİP milletvekillerinin Türkiye’deki Amerikan askerî üslerini, ülkenin iktisadî ve askerî dışa bağımlılığını ilk kez açığa çıkararak bu konularda alenen konuşmaları ve nihayet Mihri Belli’nin Millî Demokratik Devrim (MDD) tezi devrimci gençlik üzerinde büyük bir etki yaratmıştı.

60’lı Yılların Sonunda Öğrenci Gençlik

         Türkiye’nin tarihinde öğrenci gençlik hiçbir zaman 1960’lı yıllardaki kadar farklı, kendine özgü ve özgüven dolu olmamıştır. Bu dönemin maddi ve kültürel koşulları çok farklı bir öğrenci tipolojisi yaratmıştır.

         Altmışların sonu aynı zamanda  büyük kentlerdeki öğrenci nüfusun arttığı yıllardı. Kısmî refah artışı üniversite öğrenimine olan talebi yükseltmiş, özellikle taşradan gelen öğrenci sayısında büyük bir patlama olmuştu. Fakat üniversitelerin altyapısı ve  öğrencilerin barınma koşulları çok yetersizdi. Hemşerilik bağlarıyla  açılan öğrenci yurtlarının sefaleti,  derslerde  yüzden fazla öğrenciye hocaların mikrofonla ders anlattıkları kalabalık amfiler, her yerde sıkışıklık ve huzursuzluk gençleri etkiliyordu.  Öğrenci, “yatağını denk yapıp elinde tahta bavuluyla” gelir; Sivas, Niğde, Diyarbakır gibi şehir isimleriyle anılan köhne bir binaya yerleşirdi. Yurt diye adlandırılan bu binaların,  saz çalınıp türkü söylenen,  yemek, çay ve şarap kokulu odalarında, kesif bir sigara dumanı altında derin sohbetlere girilirdi. Ne televizyon, ne internet ne de  cep telefonu vardı. Özellikle taşradan gelen öğrencilerin aileleriyle bağlantıları kopacak derecede azaldı, kendi aralarındaki gruplaşma, dayanışma ve birlik ruhu ise görülmemiş derecede arttı.  

Büyük şehre  okuyup adam olsun diye fırlatılıp atılan öğrenci kitlesi kendi geleceği dışında her şeyle ilgilenirdi: sinema, tiyatro, kitaplar, mitingler, içki ve karşı cinsle yakınlık. Onlar yaşlarına kıyasla daha olgun, hayata ilişkin deneyimleri ve fikirleri olan, edebiyata ve şiire düşkün, kavgacı ve  büyük mücadelelere adanmaya hazır ağırbaşlı kadın ve erkek delikanlılardı. Batı’daki 68 kuşağıyla tek benzer nokta da burada ortaya çıkıyordu.   Aile değerlerinden ve kültüründen hızlı bir kopuş, üniversitelerin ders programlarının içeriğinden,  gelecek kaygısından eleştirel ve çok hızlı bir uzaklaşma,  yeni fikirleri inanılmaz bir ciddiyetle benimseme, Türkiye’deki 68 kuşağının da önemli özellikleriydi. Öğrenci âleminde genel bir huzursuzluk, anlam arayışı ve gruplaşma eğilimi vardı. 

         Bu ortamda öğrenci kitlesi bir iki yıl içinde büyük bir hızla ayrıştı ve dönüştü. Tekil öğrenci bireylerin yaşadıkları dönüşümün hızını bugünden bakınca kavramak çok zordur. Mesela büyük şehirde yetişmiş sıradan bir “iyi aile (apartman) çocuğu” bir iki ay içinde belinde  silahla okul damlarında nöbet tutan, sokakta demir çubukla dövüşen bir militana dönüşebiliyordu. Herkes her şeyi okuyor ve hızla öğreniyor; fikrin ve teorinin “en berrak” ve “en uç” söylemini arayıp buluyor  ve savunduğu şeyin doğruluğuna kesinlikle inanıyordu.     1968-1972 dönemini 1974-1980 dönemiyle kıyaslarsak, devrimci gençlerin birinci dönemde çok daha yüksek bir özgüvene sahip olduklarını; bir ruh hâli olarak devrimciliğin, farklı ilgi alanlarıyla ve kültürel eğilimlerle çelişmediğini görürüz. Marksist klasikler, Marx, Lenin, Mao, Giap, Küba Devrimi, Pomeroy, Marighella, Fanon, Baran-Sweezy-Magdof; ama aynı zamanda Kafka, Rus klasikleri, Kazancakis, Brecht okunur, AST ve Halk Oyuncuları’nda devrimci tiyatronun ilk örnekleri izlenir, Ruhi Su’nun sesi her  yerde duyulurdu. Sosyalizm ve devrim düşüncesi, savunucuları toplum genelinde küçük bir azınlık olsa da çok üstün, neredeyse hegemonikti. Orta sınıf aileler çocuklarının mücadelesine saygı duyarlardı. 

Bilgiye ulaşmak zordu, ama ulaştığınız bilgi sağlam ve güvenilirdi. Şimdiki gibi her yerden, ekranlardan, kâğıtlardan, sokaklardan bilgi yağmıyor;  hangi bilginin sahte, hangisinin manipülasyon, hangisinin gerçek olduğunu anlamak için özel bir maharet gerekmiyordu.

         Dev-Genç hareketi  gençliğin  tam bağımsızlığa ve sosyalizme doğru açıldığı dönemin doruğudur.  Çevresindeki diğer örgütlü gruplarla birlikte bu hareket  gerçek anlamda  kitleselleşme potansiyeli ve sonuna kadar devrimci mücadeleyi sürdürme iradesi taşıyan sahici bir güçtü; daha üst bir örgütsel yapıya evrilebilirdi. Zamanında geri çekilmeyi, taktik esnekliği becerebilse ve liderlerinin topyekûn imhasını engelleyebilseydi, bugünkü sosyalist hareket çok farklı olurdu.

Dev-Genç ve Teorik Kopuşlar

         Mahir Çayan böyle bir ortamda olgunlaştı. Millî Demokratik Devrim (MDD) çizgisine bağlı farklı fraksiyonlardan  oluşan Dev-Genç hareketinin en militan ve kararlı kesiminin teorik lideri tartışmasız biçimde  Mahir Çayan’dır. Dev-Genç sadece öğrencilerle sınırlı olmayan, grevlerde, toprak işgallerinde, tütün fındık mitinglerinde militanca mücadele eden, işçi önderlerini de kapsayan savaşçı bir kitle hareketiydi.

         Mahir Çayan büyük şehir çocuğuydu. Ortaokul ve liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okumuş,  1963’te İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş, bir yıl sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) geçmiş, TİP’e üye olmuş ve 1965’te SBF Fikir Kulübü Başkanlığı’na seçilmişti. Konuşarak ve yazarak polemik yapma yeteneğiyle,  okuduğu kitaplardan hareketle özgün teorik sentezler oluşturabilme becerisiyle öne çıkmıştır. Alaycı ve özgüvenliydi.  Bir toplantıda, “Biz genciz, hata yapabiliriz, niye bize hemen oportünist yaftası yapıştırıyorsun,” itirazına, “Haklısınız, bundan sonra size genç oportünistler diyeceğim,” diye karşılık vermiş; TİP yöneticisi iktisat profesörünü “En usta Arap dansözlerine taş çıkartan bir kıvraklıkla…” gibi sözlerle eleştirebilmiştir.

         Fakat fiili durumlarda centilmenliği elden bırakmamış, mesela TİP’in  1970’te yapılan olaylı  Ankara İl Kongresi’nden sonra partiden ihraç edilen arkadaşlarıyla birlikte Mithatpaşa Caddesi’ndeki TİP Genel Merkezi’ni bastığında,  başından yaralanan Sadun Aren’in  daha fazla zarar görmemesi için elinden geleni yapmıştır.

         Mahir Çayan teorik konularda polemik yaparak üç kopuş yaşadı. Birincisinde,   “parlamentarizm teorisi” diye adlandırdığı Aybar’ın görüşlerine karşı geliştirdiği “Marksist teori”yi savunarak Aybar-Aren-Boran’a (ABA’cılık) karşı “ideolojik mücadele” verdi ve TİP’ten ihraç edildi. Hemen ardından, Proleter Devrimci Aydınlık hareketinin lideri  Doğu Perinçek’in “Proletaryanın millî demokratik devrime önderliğinin nesnel şartları oluşmamıştır” görüşünü “Kemalistlerin kuyruğuna takılmak” olarak eleştirdi ve “proletaryanın bağımsız sosyalist partisi”ni kurmak gerektiğini savundu.

         İkinci kopuş, Mihri Belli’nin Millî Demokratik Devrim (MDD) anlayışıyla olmuştur.  “Devrimci milliyetçi” diye adlandırdığı Mihri Belli’nin  görüşlerine karşı “proleter enternasyonalizmi” olarak formüle ettiği görüşü savunmuş; “milliyetçilik” kavramını “yurtseverlik” kavramından ayırmış ve kopuşu belgeleyen Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup’ta şöyle demiştir: “Biz, devrimin, işçi-köylü ittifakı temeli üzerinde emperyalist boyunduruğun en zayıf olduğu kırlardan şehirlerin fethi rotasını izleyen bir halk savaşı ile zafere erişeceğini söylüyoruz. Bu devrim anlayışında köylülük temel güçtür, proletarya önder güçtür. Proletaryanın önderliği ideolojik öncülüktür.”

         Üçüncü kopuş, “silahlı mücadele” denilen süreç içinde  THKP’nin içindeki, geri çekilmeyi savunan önder kadroların bir kısmıyla yaşanmıştır.

         Bu kopuşlar,  bir yalnızlaşma sürecidir ve kısa süre içinde devletin baskı aygıtlarıyla arkadan daha örgütlü ve güçlü hareketlerin geleceği umuduyla girişilen bir düelloya dönüşmüştür. Mahir Çayan’ın THKP(C) grubu, THKO’lu  bir grupla birlikte Dev-Genç kitlesinden hızla kopmuş, öncü işçiler ve köylüler arasında bir barınak ve güç kaynağı edinemeyerek fakat kendi kararlılığından da taviz vermeyerek ölüme doğru yürümüştür.

         Mahir Çayan’dan bize kalan “Bütün Yazılar” adlı kitaptır. Bu kitap onun teorik düşüncesinin nasıl geliştiğini gösteren polemik yazılarından;  birinci bölümünü  kendisinin yazdığı, ikinci ve üçüncü bölümünü  bizzat hazırladığı notlardan hareketle  güvendiği bir arkadaşına yazdırdığı Kesintisiz Devrim adlı üç bölümlük broşürden oluşmaktadır.

         Mahir Çayan’ın Türkiye’deki devrimci sosyalist düşünceye katkısını  iki noktada özetlemek mümkündür: Birincisi, emperyalizmin  dışsal değil, içsel bir olgu olduğu (“gizli işgal”), bu nedenle emperyalizme karşı mücadelenin  sınıf mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamayacağı düşüncesidir. “Yeni sömürgecilik” tezlerini bu bağlamda Türkiye’nin somut koşullarına uyarlamıştır. İkincisi, “devrim”in mümkün olduğu; Türkiye gibi ülkelerde parlamenter, legal mücadeleyle sonuç alınamayacağı, legalizmin bir noktadan sonra devrimci mücadeleyi engelleyebileceği düşüncesidir.

         Mahir Çayan, “Öncü savaşı”yla “suni denge” dediği şeyi bozarak, “halk savaşı” yöntemleriyle  işçi ve köylü kitlelerini örgütleyerek,  “oligarşik diktatörlük” dediği sınıf iktidarını devirip, millî demokratik devrimle “yeni sömürgeci” emperyalist tahakküme son vermeyi ve sosyalizme giden yolu açmayı düşünmüştür. Bu stratejik çerçeveye uymayan bütün görüşleri “oportünizm” ve “revizyonizm” kavramlarıyla eleştirmiştir. 

Silahlı Mücadele Pratiği     

          Yirminci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen silahlı devrimci hareketlerin, kır ve şehir gerillasının,  basit bir mücadele diyalektiği vardı. Devrimciler askeri bir eylemin ardından, devletin karşı-saldırısına  dayanmayı başarıp daha büyük bir eylem gerçekleştirebiliyor, bu eylemin ardından gelen daha büyük saldırılarla baş edebiliyor, bu arada kitselleşebiliyor ve askeri yapının yanına siyasi yapıları da ekleyerek bir denge durumu oluşturabiliyorlarsa, siyasi iktidarı ele geçirme imkânına yaklaşmış oluyorlardı.

         Çin’deki gibi muazzam köylü kitlelerinin ordulaştığı örnekleri (kentlerin kırlardan kuşatılması vs) saymazsak, bu sistematiğin başarıya götürdüğü tek devrim örneği Küba’dır. Orada bile, ABD’nin Batista rejimini devirme isteği, Granma seferine çıkanların sadece ikisinin (Che ve Raul) kendisini sosyalist olarak tanımlaması (üçüncüsü, harekete çok sonra katılan KP’li Pablo Ribalta’dır) gibi faktörler vardı. Öte yanda, Debray’nin geliştirdiği “foco” tarzı mücadele  bir fantezi olmanın ötesine geçememiş, özellikle Latin Amerika’da binlerce devrimcinin kentlerde ve kırlarda katledilmesiyle sonuçlanmıştır.

         Dar kadrolu silahlı mücadele dinamiğini/diyalektiğini izleyen hiçbir devrimci hareket başarılı olamadı. Bugünün teknoloji ve denetim çağında karakol basıp silahlanarak, asker alıp eğiterek, garnizon basıp savaş çıkararak devrim yapma imkânları, 60’lı ve 70’li yıllara kıyasla yok denecek kadar azdır. Bu türden şeyler ancak muazzam toplumsal yıkım durumlarında, iç ve dış savaş koşullarında ya da yabancı ülkelerin politik çıkarlarına alet olarak gerçekleşebilir. Başka  deyişle, bugünün dünyasında “suni denge”yi sadece kendi özgücüne dayanan silahlı dar kadrolarla bozarak kitleselleşme imkânı yoktur. Öte yanda, her türlü gizlilik ve silahlanma çabası,  en ileri teknolojiyi ve teknikleri kullanan dünyanın bütün istihbarat örgütlerinin yönlendirmesine  açıktır.  Üstelik tarihte, Ohrana’nın, CIA’nın, BND’nin, MİT’in, MOSSAD’ın vs içine sızmadığı tek bir dar kadrolu, silahlı illegal örgüt yoktur.

         Buna rağmen Mahir Çayan, teori geliştirme çabası ve  kendine özgü düşünce sistematiğiyle  Türkiye’deki  sosyalist harekette  bir dönüm noktası olmuştur. Devrimcinin, düzenin parametrelerinin dışına çıkarak, anayasal ve parlamenter rejimin ötesinde düşünmesi ve davranması  gerektiğini  göstermiştir. Bu düşünce, geleneksel  sosyalist hareketlerin tarihsel olarak  marjinal kaldığı, 60’lı ve 70’li yıllarda “demokrat” ile “devrimci” arasındaki ayrımın belirsiz olduğu Türkiye’de etkili olmuş fakat geliştirilememiştir.   Mahir Çayan kendi devrimci teori ve pratiğini değerlendirerek geliştirme imkânına sahip olsaydı, 70’li yıllar çok farklı yaşanırdı. 

         Mahir Çayan’ın eylemi,  kitleden kopan ve devletle yalnız bir  gladyatör gibi çatışan, kendi lider kadrosunu koruyamayan dar silahlı grupların, üstlerine çektikleri devlet gücü tarafından, yani mutlak gücünü ve yetkilerini kullanma fırsatını yakalamış devlet eliyle nasıl tecrit ve yok edileceklerini de göstermiştir. Önder kadroların imha edilmesine fırsat veren bir “devrimci kararlılık” kabul edilemez.  Mevzileri korumak, güç toplamak için geri çekilmeyi bilmek ve en önemlisi  ölüme övgü düzmemek gerekir.   

         Kızıldere’de devlet  Dev-Genç’le doruğuna ulaşan, işçilere ve köylülere yönelen kitlesel bir devrimci hareketin en bilinçli, en fedakâr kadrolarını bir saat içinde yok etti. Granma seferine çıkanların Sierra Maestra’ya ulaşamadan öldürüldüklerini, Lenin-Stalin-Troçki’nin  1917’nin Temmuz ayının sonunda kurşuna dizildiklerini, Mao Zedung’un 1927’de Kuomintang’ın yaptığı katliamdan kurtulamadığını, Rosa Luxemburg’un ölümünün Alman devrimi üzerinde yarattığı etkiyi düşünelim.  Kızıldere olayı Türkiye’deki bütün sosyalist devrimciler  üzerinde aynı etkiyi yaratmıştır.

         Daha ileri giderek şunu da söyleyebiliriz ki Kızıldere olayından sonra devrimci örgütler özgün teori oluşturma özgüvenini kaybetmişlerdir. Moskova, Pekin, Tiran, Havana gibi merkezlerin  dış politikalarını teori diye  savunan devrimci gruplar türemiştir. Bu nedenle Mahir Çayan’ın bir devrimci teori oluşturma çabası, 20’li yaşlarında bir gencin  dünyayı ve ülkeyi anlama ve özgün bir “devrim teorisi” geliştirme gayreti, görüşlerinin kaçınılmaz biçimde eklektik, eylemlerinin ise aşırı tepkisel olmasına rağmen, günümüzde de büyük bir değer taşımaktadır.  Mahir Çayan, somut koşulların somut analizinde vahim hatalar yapmasına rağmen, asla geri dönmeyerek sonuna kadar giden ve savaşarak göçmüş devrimciler Pantheon’unda yerini alan onurlu ve lekesiz bir devrimcidir. Tarih içinde hak ettiği yer Che Guevara’nın yanıdır.  Hikmet Çiçek, Devrimci Portreler içinde, Kırmızı Kedi Yayınevi, 19. 10. 2018.