DİNÎ VE MİLLÎ OLMANIN SONU YOK

Yavuz Alogan

         İnsan hayatında olduğu gibi millet hayatında da ölçülerin ve normların büyük önemi vardır. Bunlara pusulayı da eklemek gerekir. Sosyal hayatta yerleşmiş bütün normları sorgulayıp eylemlerinizin ölçüsünü kaçırır, pusulayı da şaşırırsanız, sele kapılmış kütük gibi sürüklenip gidersiniz. Bir kez sürüklenmeye başladığınızda kayalara çarpıp parçalanırsınız ya da sizi sudan çıkaran müstevli tarafından kereste olarak kullanılırsınız.

         Kendi yaptığınız anayasayı bile ihlâl ederek laikliği yok ettiniz. Ayasofya’yı ibadete açarak önemli bir normu ortadan kaldırdınız, camide devlet töreni yapıp Atatürk’e lanet okuyarak hem kendi halkınızı tehdit ettiniz, hem de bütün dünyaya siyasî İslam’ın Türkiye’ye hükmettiğini ilân ettiniz. Böylece yasalarla belirlenmiş, bir ilke olarak benimsenmiş, yerleşmiş bir kuralı, laikliği yok ettiniz. Çok güzel!

         Fakat orada duramadınız.  Hilafet taleplerinin yükselmesini, Ayasofya’nın içinde, eski tâbirle bir grup sergerdenin (elebaşı)  Tevhid Bayrağı açarak nüfusun yarıdan fazlasına “tebliğ”de bulunmasını önlemediniz. Burada ölçüyü kaçırdınız. Üstelik pusulanız da yok. Hangi istikamette gittiğinizi bilmiyorsunuz. Topluma aşılamaya çalıştığınız dinî hayat tarzının (benim bilimsel ve fiyakalı olsun diye “ideolojik hegemonya” dediğim şey!)  ucu açık. Öylesine açık ki IŞİD’e, El-Kâide’ye kadar gidebilir. Demek ki hem normu kaldırdınız, hem ölçüyü kaçırdınız, hem de pusulayı şaşırdınız.

         Aynı durum şu meşhur İstanbul Sözleşmesi için de geçerli.  Sözleşmeyi imzalamışsınız (2011’de), Sözleşme’yi temel alan bir de yasa çıkarmışsınız (6284 sayılı).  Gerçi memlekete hâkim olan ideolojik iklimden ötürü Sözleşme ve yasa, aile içi şiddet, kadın ve çocuk cinayetleri, taciz tecavüz gibi vahim sorunlara çözüm olmamış. Fakat bu sözleşme ve yasa, sosyal hayatta en azından bir gözlem/denetim imkânı, bir ölçme değerlendirme kriteri sağlamış. Şimdi bunu kaldırmak istiyorsunuz? Neden?  Tarikat ve cemaat tabanınızı seçim öncesinde güçlendirmek, onların ucu hilafete kadar giden gerici taleplerine yatkın görünmek için!

         Eleştirebilirsiniz elbette. Sözleşme’nin kusurları, bizim sosyal yapımıza uymayan tarafları pekâlâ olabilir. Bunlar uygulamada düzeltilir, yeni yasalarla takviye edilir. Fakat öyle bir saptırıyor ve saldırıyorsunuz ki ne ölçü kalıyor ne de pusula…  Sanki bu sözleşme yüzünden aile yapımız çökecek, kadınlar fahişe olacaklar, hatta bununla yetinmeyip lezbiyen olmak isteyecekler (başka dertleri yokmuş gibi!); emperyalizm biz erkeklere “eşcinselliği dayatacak” (eyvah eyvah!); milletçe tarihimizden ve geleneklerimizden gelen bütün değerlerimizi terk ederek ahlakımızı, izzetimizi ve iffetimizi kaybedecek, cinsel bir orgy (cümbüş) içinde perişan olacağız!  

Bu kadar güçlü bir İstanbul Sözleşmesi olabilir mi?  Yani bir Sözleşme bize bunu yapabiliyorsa eğer, biz zaten ölmüşüz demektir. Faşizmin kriterlerinden biri de topluma ahlak dayatmaktır. Toplumumuzun kendi ahlakı, normları, ölçüleri var zaten. Yeter ki siyaset yapacağım, seçim kazanacağım, Cumhur ittifakına yaranacağım, Saray koridorlarında Reis’in danışmanlarıyla fotoğraf çektirmek için debeleneceğim diye milletin ahlakıyla, normlarıyla, ölçüleriyle oynamayın! Milletimizin ahlak bekçiliği tarikatlara, cemaatlere, iktidarsız küçük parti muhterislerine mi kaldı?   Topluma ahlak vaazı verecek yerde kendi içinizdeki çokeşliliğe, sodomiye, çocuk tecavüzlerine, sapıklıklara bir el atsanız daha iyi olmaz mı?  Toplumun çoğunluğu sizinle kıyaslanamayacak kadar ölçülü ve dengeli.

         Aynı şey “millî olma” konusunda da geçerli. Bugünün dünyasında ne kadar millî olabilirsiniz?  Nereye kadar millî olabilirsiniz? Ekonominiz, kültürünüz, gündelik hayatta kullandığınız araçlar, eğitim kurumlarınız, sağlık sisteminiz, hatta hükümetiniz ne kadar millî? İktisadi devlet teşekküllerinden memleketin toprağına suyuna kadar tecavüz etmediğiniz, peşkeş çekmediğiniz tek bir “millî” kurum ya da varlık kaldı mı? Cumhuriyet’in Aydınlanma devriminin yerine Arap kültürüyle melezleşmiş çakma Osmanlı gericiliğini geçirince “millî” mi oluyorsunuz?  “Hukukun altın çağı”nı yaşadığı şu dönemde, 64. Asliye Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararına En’am Suresi’nin 108. Âyeti’ni yazarak “millî” bir tutum mu almış oluyor?   Böyle millî olunuyorsa bu işin sonu yok. Milleti ümmete dönüştürüp kendinizi halife ilan edene kadar gidersiniz.

          Saray’ın sözcüsü Kalın, “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı, artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır,” diyerek Büyük Kalkışma’ya bir hikâye unsuru ekledi.  Sormak isteriz, şu son 20 yıl içinde anlattığınız kendi hikâyeniz miydi? İktisat politikalarınızda, eğitimde, sağlıkta kendi hikâyenizi mi anlattınız? Cumhurbaşkanınız camide bizzat Kuran okuyunca, imamınız kılıç çekince, tarikat ve cemaatleriniz “Hilafet isterük!” diye sokağa dökülünce, kendi hikâyenizi mi anlatmış oluyorsunuz? Türkiye’nin yüz elli yıllık gerçek hikâyesini öğreneceğiniz bir zaman kesinlikle gelecektir. Türkiye sizin hikâyenizi kabul etmeyecektir. 

Bizim kuşağın son yirmi yıl içinde sergilediği kafa karışıklığının ve korkaklığın bedelini; kendilerini Aydınlanmacı ve İlerici olarak tanımlayan siyasetçilerin ve Cumhuriyet’in aslî muhafızlarının Saray’ın yere tebeşirle çizdiği kurallara gösterdiği itaatin bedelini bütün ülke, özellikle ülke gençliği çok büyük kayıplara uğrayarak ödeyecek. En büyük aymazlık ve ihanet normal bir ülkede olağan bir süreç yaşıyormuşuz gibi davranmak, sistem partilerinin içinden bir kurtarıcının çıkacağını, ufak tefek reformlarla işlerin düzeleceğini sanmaktır. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır, hayatın her alanında örgütlenmektir.

         1994 yerel seçimlerinden sonra Necmettin Erbakan şöyle demişti: “Refah Partisi âdil düzen getirecek, bu kesin şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak sert mi olacak, tatlı mı olacak kanlı mı olacak, altmış milyon buna karar verecek.”

Gördük mü âdil düzenin ne olduğunu? Bu ülkeyi vatan yapan bütün normların nasıl kaldırıldığını, milletin nasıl ümmet olarak tanımlandığını, ölçülerin nasıl bozulduğunu, pusulanın bu ülkeyi kuran devrimci kadroların gösterdiği hedeften nasıl saptığını iyice gördük mü? Şimdi soru şu: AKP’nin gidişi nasıl olacak? Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti nasıl kurulacak?  AKP’nin kurduğu rejime intibak eden sistem partilerinin sürekli yavrulayarak itişip kakışmalarını, sünnet çocuğu gibi parlatılıp ortaya salınan lider bozuntularını (mevcut rejimin kurulmasına ve yerleşmesine hepsi katkıda bulundu!) bir yana bırakıp, bu soruya odaklanmak gerekir. Soru budur. Başka soru yoktur. Veryansıntv, 07. 08. 2020