GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KISA GEZİNTİ

Yavuz Alogan

         Klasik sömürgecilik dönemi II. Dünya Savaşı’ndan sonra evreler hâlinde kapandı. 1960’larda ulusal kurtuluş hareketlerinin son dalgası başarıya ulaştı.

         Bağımsızlığını kazanan ülkeler, sömürge yönetimleri çekildiğinde önemli bir sorunla karşılaştılar: ekonomiyi planlayacak, toplumsal kalkınmayı sağlayacak, sivil toplumu oluşturacak kurumları yoktu.

         İki ayrı yola girdiler.

         Bir kısmı Sovyet Bloku’ndan yardım gördü, kurumsal eksikleri tamamlayarak kalkınmaya çalıştı. Mısır, Suriye, Irak, Libya gibi Ortadoğu cumhuriyetleri Kemalizm’in bir türevi olan Baas ideolojisiyle yollarına devam ettiler. Afrika ülkelerinde ve Küba istisnasıyla Latin Amerika’da aynı yolu izlemeye çalışan bütün silahlı hareketler ezildi ve bu ülkeler yeni sömürgeciliğin hedefi oldu.

         Yeni sömürgeciliği çözümleyen Sweezy, Baran, Magdoff, Amin gibi Marksist iktisatçılar azgelişmiş ülkelerin kapitalist yoldan, Batılı kurumları uzmanlarıyla birlikte ithal ederek kalkınamayacağını yazdılar.   Kapitalist ülkelerden önemli uyarılar geldi. Mesela Alman Şansölyesi, sosyal demokrat  Willy Brandt  (g.1969-1974)  “Kuzey-Güney: Hayatta Kalma Mücadelesi İçin Bir Program” başlıklı  raporunda, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki servet farklılaşmasının dünyayı felakete sürüklediğini; açlık, eğitimsizlik ve sefaletin giderilmesi için güneyin toplumsal kalkınma çabalarına yardımcı olmak ve işbirliği yapmak gerektiğini yazdı. 1955’te Bandung Konferansı’yla başlayan, Mareşal Tito, Fidel Kastro, Cemal Abdülnasır, Bumedyen gibi liderlerin önderlik ettiği Bağlantısızlar Hareketi’ni de bu bağlamda zikretmek gerekir.

         Tarihinin hiçbir döneminde sömürge olmayan Türkiye bu uzun ve zorlu süreçte 1961 Anayasası’nın başlattığı Aydınlanma dönemini yaşadı. 61 Anayasası’nın getirdiği kurumlar taklit yoluyla dışarıdan ithal edilmedi; fikir ya da girişim olarak kökleri II. Meşrutiyet’e, 1908 Devrimi’ne kadar uzanıyordu.

         Sosyal devlet kavramı Anayasa’ya girdi; çift meclis, kuvvetler ayrılığı, partilerüstü Cumhurbaşkanlığı, yargı bağımsızlığı, yasaları denetleyen Anayasa Mahkemesi, yürütmenin icraatını denetleyen Danıştay, Devlet Planlama Teşkilatı, sendika kurma hakkı, özerk üniversite ve TRT…; bütün bunlar, bize dışarıdan dayatılmadı, Kemalist Aydınlanma’nın, Devrim Kanunları’nın devamı olarak yenilenen bir kurucu iradeyle, bilim ve akıl yoluyla getirildi. Öyle olduğu için de dış baskıların hedefi oldu, 1971’de üzerine “şal örtüldü,” 1980’de katledildi. Bugün bu kurumların hiçbirine sahip değiliz.

         Kurumsal bakımdan geçmişin sömürge ülkelerinden farkımız kalmadı. Yeni burjuvazinin iç sömürgesi olarak her türlü dış sömürüye açıldık. Kimliğimizi yönümüzü kaybettik, peşkeş çekildik, satıldık, borçlandık, aptallaştık, kafamızın içi boşaldı.

         1990’lardan itibaren neoliberal iktisat politikalarıyla birleşen emperyalist saldırılar dünyayı değiştirdi. Ortadoğu’da Baas milliyetçiliği ve Kemalist Aydınlanma düşüncesi yok edildi, Latin Amerika’da Bolivarcı akımlar  (kuşatılmış Küba ve Venezuela dışında) ezildi,  20 milyon insanın açlık tehlikesiyle yüz yüze geldiği Afrika ülkeleri iç savaşlarla talan edilip yağmalandı.  

         Emperyalizm evrensel yurttaş haklarının yerine etnik, dinsel, cinsel haklar kavramını getirerek ulus-devletleri kendi içinde parçaladı; her ulus-devlet’in, her milletin içinde sayısız “öteki” tarif edildi ve “ötekileştirmek” en büyük suç sayıldı.

         Türkiye NATO asıl, AB aday üyesi olduğu için Soğuk Savaş sonrası döneme rahat ve hazırlıksız girdi.  1980’lerde ekonomik entegrasyonunu tamamlamıştı. Türkiye’yi üniter bir devlet olmaktan vazgeçirme, Kuruluş ilkelerinden arındırma, Türk Ordusu’nun sert Kemalist kabuğunu kırma, sendikalar başta olmak üzere her türlü modern kitle örgütünü yozlaştırarak etkisizleştirme, laiklik karşıtı yapılanmayla toplumun dokusunu bozma ve nihayet tek adam diktatörlüğüyle sadece emperyalist ülkelere hesap verebilecek yeni bir rejim kurma görevi, “BOP eşbaşkanıyım, bu görevi yapıyorum ben,” diyen Saray’a verildi.

         Saray 15 yıl içinde kendisine verilen bütün görevleri eksiksiz yerine getirdi; ve ardından, Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye şubesi olarak kendi programını izlemeye, milleti ümmete dönüştürerek ülkeyi dinî esaslarla yönetilen bir tür Ortadoğu sultanlığına dönüştürmeye başladı; emperyalizmin taşeronu olarak güneyde nüfuz alanları açmaya, ülkenin jeostratejisini pervasızca küresel güçlere pazarlayarak iktidarını pekiştirmeye çalıştı.

         Bu çizgiyi abese vardırmadan sürdürebilseydi halifeliği bile getirebilirdi.  Zira sadece tek bir unsur, yargı kuvvetinin ele geçirilmesi, sürekli seçim kazanarak yolsuzluk yapmak ve yolsuzluk yaparak seçim kazanmak için yeterlidir.  Bir ülkede anayasayı fiilen ortadan kaldırıp yargıyı bütünüyle ele geçiren iktidar sonsuza kadar hükmeder ve istediği her şeyi yapar.

         Fakat Saray bu imkâna rağmen çizgisini sürdüremedi.  Neoliberal iktisat politikalarını aşırı derecede uygulayarak ekonomiyi kaosa teslim etti; dönüştüremediği devlet kurumlarını yıktı fakat yerlerine yenisini koyamadı; her zaman korku içinde ve güç bağımlısı olduğu için kendi yandaş burjuvazisine aşırı derecede kaynak aktararak halkı açlığa sürükledi; uyuşturucu trafiğine göz yumarak her türlü karanlık işten nemalanmaya çalıştı.

         Olanca kapasitesizliği açığa çıktığında, uzatmaları oynaması için ona iki görev verdiler: NATO’ya kayıtsız şartsız itaat ve Avrupa’ya akan göçmenlerin durdurulması ve iskânı. Bu iki görevden birincisi Türkiye’nin bölünmesiyle, ikincisi ise iç savaşla sonuçlanacaktır. Türkiye kendi kimliğini İslâm ümmetinin bir parçası olarak değil Türk milletinin laik ulus-devleti olarak yeniden tanımlamak; tezlerini dünyaya kabul ettirmek ve mülteci akınını durdurup göçü tersine çevirerek ülkenin nüfus bütünlüğünü korumak zorundadır.

         Şimdi buradayız.

         Saray rejimi bu saatten sonra ekonomiyi yönetemez, dolayısıyla bağımsız dış politika izleyemez; bütün halkın rızasını alarak yeni bir anayasa yapamaz; devlet bürokrasisindeki çözülmeyi durduramaz; kusursuz bir diktatörlük kuramaz.

         Ne yana devrileceği belli olmayan bir tümsekte durma hâlinin (buna “limbo” deniyor) ya da  eski olanın yıkıldığı ama yeni olanın ufukta görünmediği bir durumun (buna “interregnum” deniyor) uzun süre devam etmesi de beklenemez. Her türlü dengesizlik, baskı, korkutma, yıldırma, yasaklama, tahrik girişimi olabilir ancak mevcut rejimin kesin sonuç alması artık beklenemez.

         Türkiye’nin, en önemlisi laiklik olan Kuruluş ilkelerine dönmesi başta Ortadoğu olmak üzere, Latin Amerika, Afrika ve Asya’yı tıpkı yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki gibi aydınlatacaktır. Bunun alternatifi şeriat kanunlarıyla yönetilen sıradan bir Ortadoğu ülkesine, sefil ve aç bir ümmete dönüşmek ve /ya da kanlı iç boğuşmalarla bölünüp tükenmektir.

         Bu nedenle, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini savunan hareketleri ve partileri, bunların gelmişine geçmişine müktesebatına bakmadan destekleriz; Saray’ın iktisat politikalarına kamucu ve halkçı alternatif üretmeyen, laiklik ilkesini kuvvetle savunmayan bütün parti ve hareketlerin, gece gündüz Atatürk’ün adını ansalar bile, karşısında yer alırız.

Geçmişten günümüze kısa gezintinin bizi getirdiği yer burasıdır.  Veryansın, 13. 05. 2022