“EN BÜYÜK BAYRAMDIR”

Yavuz Alogan

Mustafa Kemal’in 10. Yıl Nutku’nda  “En büyük bayramdır!” dediği Cumhuriyet’in  98. yılını kutluyoruz.

Kutluyor muyuz, yoksa anıyor muyuz? 

Başka deyişle, Devlet ricalinin topluca Anıtkabir’e gidip ihtiram duruşuyla, yurttaşların izin alabilirlerse fener alayları ve eski Meclis binasından başlayan yürüyüşlerle kutladıkları Cumhuriyet, günümüzde var olan bir şey mi? Yoksa   kurumlarıyla, devrimleriyle, idealleriyle tarihte kalmış, kesintiye uğramış, paranteze alınmış bir   dönemin hatırasını mı anıyoruz?

Ankara Belediyesi’nin güvenlik amacıyla giriş yollarına yerleştirdiği damperli hafriyat kamyonlarının arasından sıyrılarak Anıtkabir’in geniş avlusuna ulaşıp coşkuyla 10. Yıl Marşı’nı söyleyen yurttaşlarınbu soruları düşünmeleri gerekir.

 Neyi kutluyoruz? Kutluyor muyuz, yoksa anıyor muyuz ya da anısına saygı duruşunda mı bulunuyoruz? Cumhuriyet yaşıyor mu? Yoksa taammüden katledilmiş, geçmişe karışmış bir devrimin hatırasından mı ibaret?

Anayasa’nın, üzerinde tepinilen, şeriatçılar ve etnik milliyetçiler tarafından aşağılanan, he an metinden çıkarılacakmış gibi duran ilk dört maddesini mi kutluyoruz?  Eğer öyleyse, fiiliyatta geçerliliği olmayan, hayatın içinde karşılığı kalmamış bir şeyi kutluyoruz!

Türkiye Cumhuriyeti’nde millî dayanışma kaldı mı?

Kalmadı.

Halk kitleleri uzlaşması mümkün olmayan çelişkilerle bölündü. Günümüzde milletin bütün fertlerinin kederde sevinçte, tasada kıvançta ortak olduğu söylenebilir mi? Devlet demokratik mi, sosyal mi, laik mi? Partilerin ve bütün siyasî oluşumların farklı programları savunurken üzerinde uzlaştıkları bir Toplum Sözleşmesi var mı?

Cumhuriyet’ten geriye dört tane sembol kaldı: Türk bayrağı, İstiklâl Marşı, başkent Ankara ve Türkçe. Bir de mahzun Atatürk fotoğrafları.

Bunlar değişmez demeyin. AKP ya da onun zihniyetini bir adım ileri götürecek herhangi bir siyasî parti, iki seçim kazansa, “kabul edenler etmeyenler, kabul edilmiştir!” yöntemiyle, bunların yerini üç hilâlli yeşil bayrağın, nevâ makamında okunan İstiklâl marşının, payitaht olarak İstanbul’un alması, Türkçe’nin yanına Kürtçe ve Arapça’nın konulması an meselesi olacaktır.   

Seçimi kazananın her istediğini yapamayacağını, bunun “demokrasi” olmadığını, geçici iktidar partisinin kalıcı olması gereken Devlet’i dilediği kılığa sokamayacağını, anayasayı kuşa çevirdikten sonra “sıfırdan” anayasa yapamayacağını anlamak ve anlatmak gerekir.  Bu konuda beliren yaygın anlayış kıtlığı, Türkiye’nin en önemli, en temel, en vahim beka sorunudur.

Şu son yirmi yıldan sağ ve sağlam çıkan, içi boşaltılmamış bir tane kurum, bilinçli bir çabayla halkın yabancılaştırılmadığı bir tane Devrim Kanunu kaldı mı?

Ne oldu Tevhid-i Tedrisat Kanunu?

677 sayılı tekke zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair kanun ne oldu?

Her yere, bütün devlet kurumlarına ve kamusal alana kendi iç disiplini olan tarikatlar ve cemaatler girmedi mi?  “Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak”la görevli Türk Ordusu’nun komuta kademesine bile nüfuz ettiler. Fetöcünün çıkardığı general ya da amiral üniformasını Kurdoğlu ya da Menzil ya da bilmem ne tarikatının müridi giymedi mi? Mustafa Kemal’in “en doğru, en gerçek tarikat” dediği “medeniyet tarikatı”ndan eser kaldı mı?

Cumhuriyet’ten geriye ne kaldı?

Falih Rıfkı Atay “Çankaya” adlı kitabında şöyle der: “Eski Türkiye’de ‘Cumhuriyet’ sözü ‘Şapka’ sözü kadar kötü ve korkulu idi. Yobaz lûgatındaki mânası ile ‘gâvurluk’ mahiyetinde idi.  … eski Türkiye’de hiçbir zaman Cumhuriyetçilik diye bir fikir akımı olmamıştır. Olmasına da imkân yoktu. Muhafazakârlar böyle bir devrimi ‘millete istetmemenin’ ne kadar kolay olduğunu bilmekte idiler. Ama halk, her tarafta, medrese mutaassıplarının ve mürteci derebeylerinin katî otoritesi altında olduğundan, Mustafa Kemal de hasımlarının elindeki bu kolaylığın farkında idi” (Pozitif 2004, s. 410).

Cumhuriyet buna rağmen 29 Ekim 1923 gece yarısı Kâzım Orbay’ın emriyle Ankara’da başlatılan ve bütün vilayetlerde tekrarlanan yüz bir pare top atışıyla ilan edildi.

Şimdi yine oradayız.

Cumhuriyetçiler olarak oyunu görmüş durumdayız ve muazzam   bir potansiyel güce, her türlü iletişim imkânına sahibiz.

En azından halkın yarıdan fazlası “medrese mutaassıplarının ve mürteci derebeylerinin katî otoritesi altında” değil. Kendi hayat tarzını savunmaya kararlı, Cumhuriyet Devrimi’ne ve onun kanunlarına bağlı milyonlarca yurttaş var.  Yeter ki çarkları parayla yağlanan, ağır bir yönetememe krizi, yolsuzluk irtikap ve rezalet içinde debelenirken tel tel dökülen bu gerici ve yağmacı istibdat rejiminin ne kadar kırılgan olduğunu, tehditlerinin ne kadar kof, kuvvetlerinin nasıl da çapsız ve ürkek olduğunu fark edelim.

Cumhuriyet’i bütün kurum, ilke ve kanunlarıyla çok daha ileri düzeyde yeniden kuralım.      Asıl bayram o zaman olur!